Her yıl Adana’da sinema camiasını buluşturan 27. Adana Altın Koza Film Festivali, bu yıl pandeminin gölgesi altında bir sene geçirdi. Gösterimler Adana halkına salonlarda gösterimler düzenlese de, diğer şehirlerdekiler online gösterimlerle filmleri takip etme şansları buldu.
Bu yılın Ulusal Yarışma seçkisine baktığımızda daha önce gösterilmemiş 4 film dışında, Antalya ve İstanbul film festivallerinde görücüye çıkmış filmlerin yarışmada kendine yer bulduğunu gördük.
Dört yeni film: Mavzer, Kuyudaki Taş, Ben Bir Denizim ve Yeniden Leyla filmleriydi.
Dağıtılan ödüllerden bağımsız olarak değerlendirirsek; festivalin yarışma seçkisinin bir yere kadar tatmin edici olduğunu söyleyebiliriz. Yarışma filmlerini tek tek şöyle değerlendirebiliriz.
MAVZER: Erkeklik kodlarını iyi kullanan bir Habil – Kabil hikayesi önümüze getiriyordu. Aile arasındaki iç çekişmeler ve tahammülsüzlükler gerilimle harmanlanarak bir hesaplaşmaya dönüşürken, her toplumda cereyan eden varlık ve miras kavramı karakterlerin geçmişe yönelik sızılarıyla detaylandırılarak betimlenmişti. Filmdeki doğa ile mücadele ve silahın epeyce fazla kullanımı söz konusu olduğundandan dolayı; coğrafi olarak ülkemizde geçen yöresel öğeler kullanılmış bir western örneği olarak Mavzer’i adlandırsak çok da abartmayız diye düşünüyorum.
Filmdeki tek hayal kırıklığı yaratan nokta ise kadının filmdeki yeri olarak söylenebilir. Tipik erkek hikayesinde “kadın” rolü pek önemsenmemiş. Bir yanda doğa ile mücadele, öte yandan dünyayı yöneten erkeklerin bakış açısıyla servis edilen yıkılmayan bir ataerkil düzen… Filmlerimizde erkek hikayesi anlatsak bile artık boyut katması açısından kadın karakterleri de figüran rollerinin ötesine taşımanın belli ki zamanı geldi. Filmdeki açık ara en iyi performansı veren Ozan Çelik’e ise yardımcı erkek oyuncu ödülü gelmesi pek şaşırtmadı. Çünkü genel yarışma filmlerine baktığımızda yardımcı oyunculuk kategorisinde en parlak performans onundu.
KUYUDAKİ TAŞ: Fikir olarak bir yere kadar kağıt üstünde ilgi çekici olsa da içindeki düşünce kaosunda kendini yok eden bir projeydi. Toplumun dışladığı insanları bulup akıllarındaki düşünceleri boşaltmalarını istenmesi daha dallanıp budaklandırılması gereken bir konuydu. Örneğin konunun uzmanları, sokaklardaki insanlar ya da çevre bölgedeki esnaf ile de konuşularak hikayeye farklı arayüzler oluşturulabilirdi. Ancak yönetmen tercih olarak filmin başrolündeki insanların sözlerini yeterli bularak, bu sözlerin üzerine gelişigüzel görsel imgelerle videoklip estetğine öykünmek istemiş. Kurgu oyunları olarak bir yere kadar kendini kurtarsa da, seyircide beklenti yaratmayan bir projeye dönüştüğü an seyirci maalesef ilgisini kaybediyordu. Uzun metraj için sınırlı kaldığını söylesek yanılmayız. Belki kısa belgesel olarak çekilse daha vurucu bir çalışma olabilirdi. Kendi içinde anlam arayanlar için beyin egzersizi, bütünlük anlamında ise yorucu bir iş diyebiliriz. Beni pek yakalayamadı.
YENİDEN LEYLA: Onur Ünlü’yü bir kenara ayırırsak bu yılki seçkinin en cesur filmi diyebiliriz. Cesurluğunu görsel imgelerden değil de, biçim olarak seyircisine sunuyordu. Bilhassa donuk karelerden oluşan tempo sorunları yaşayan bir varoş hikayesinin anlatıldığı ilk yarıda, seyirci ister istemez işe burun kıvırmaya başlamıştı. Ancak filmin ikinci yarısında aslında filmin film içinde film olduğunu öğrendiğimizde film yeniden başlıyordu. Oyuncu psikolojisi, takıntıları ve davranışları üzerinden Freudyen okumalara da açık olan bir karakter hikayesinde kendimizi buluyorduk. Karakterlerin tekinsiz ruh halleri ile bir anlamda izleyiciye kurmaca ile gerçek arasındaki ince çizgiyi sorgulatıyordu. Bu yönüyle sinemamız açısından dikkat çeken bir iş olduğu söylenebilir. Ben bazı yönleriyle “Türev” filmine yakın bulduğum bir çalışma oldu.
Tabii filmin aksayan yönlerini de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Kesinlikle filmin tempo sorunları olduğunu düşünüyorum. Senaryo düzleminde iç içe geçmiş hikayenin doğru bir şekilde pay edilemediğini ve bunun sebebiyle seyircinin ilgisini kendine toplayamadığını belirtmek isterim. Filmin artan gerilim dozu da beklentileri karşılayamayarak climax noktasına yükselememesi filmin bir yere kadar sınırlı kalmasına vesile olmuş. İyi fikir ama uygulamada sıkıntıları var gibi gözüküyor.
BEN BİR DENİZİM: Yarışmanın belki de en zayıf filmi olarak bu filmi gösterebiliriz. Nereden başlasak acaba? Genel hikaye şablonu itibariyle, zayıf oyunculuklarıyla da birleştiğinde ne yazık ki epey inandırıcılıktan yoksun bir iş karşımızda bulunuyor. Filmdeki baba – oğul hikayesinin zaten uyumsuz olması en başta filmin içine girmemizi engelliyor. Serkan Keskin’e sürekli aynı rolün oynatılmasından da seyirci epeyce sıkıldı. Zaten filmin orijinal bir hikayeye sahip olmaması ve Yeşilçam klişelerini kendince taklit etmeye çalışması ve bunu beceremeyerek eline yüzüne bulaştırması filmin tatmin edici olmasını engelleyen faktörlerin başında geliyor. Belli ki filmi izlettirip fikir alınan kişiler pek de objektif olamamışlar.
Öte yandan filmdeki “sözde” aşk hikayesi inandırıcılığı olmayan bir kimya tutarsızlığıyla karakterlerin eylemlerine dahil olamamızı sağlıyor. İlk görüşte aşk olarak nitelendirip aralarındaki etkileşimi açıklamak ise maalesef kötü senaryonun belirtilerinin ilk maddesi olarak kabul edilebilir. Filmin finalindeki o skandal mahkeme sahnesi ise filmin infilak etmesine sebebiyet veriyor. Hayatında hiç mahkemeye dahi gitmeyen kişilerin böyle bir mahkeme sahnesi yazmayacağını düşünüyorum. Ne otorite var, ne avukatlar, ne de hakim. Herkes figüran. Sadece baba oğlun kendince zerre inandırıcılığı olmayan mizansenlerini izliyoruz.. Belli ki diyaloglar kafası karışık bir şekilde yazılmış. Hikayede çok eğreti duran noktalar var. Yeşilçam kodlarıyla başarısız bir melodram girişimi olması dışında pek söze gerek yok demek filmin geleceği için daha hayırlı olacaktır.
NASİPSE ADAYIZ: İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde fırtınalar koparmasına rağmen en iyi filme ulaşamayan yapım, Adana’nın favorisi olarak geldiği yarışmada sürprizsiz olarak rahatça en iyi filme ulaştı.
Politika kendi yalanlarına inanma sanatıdır. Ana karakter Kemal’in güç ve ego savaşında galip gelmek için düştüğü durumlar trajikomik bir şekilde beyazperdeye aktarılırken, Ercan Kesal’in her anı planlı yönetmenliği takdiri hak ediyor. Uzun planları ve sabit kadrajlarının çokluğundan dolayı filmin Rumen sineması tarzında, iyi tespitler yapan bir kara mizah örneği olduğunu söyleyebiliriz. Hikaye itibariyle CHP içi politika oyunlarını içten eleştiren bir yapı olması sebebiyle pek çok gönderme filmde dolaylı yoldan vurgulanmış.
Güç için suistimal edilen bir toplumun içeriden yok oluşunu resmeden Nasipse Adayız, adeta bir pandomim gösterisinin haritasını çiziyor. Karısını aldatan, her türlü yolsuzluğu yapan ve kirlenmenin üst noktalarına ulaşan kişilerin namuslu görünmeye çalışma yarışları, zaten epeyce malzeme veren bir konu olarak epey zengin durduğu söylenebilir. Nuri Bilge Ceylan filmi Üç Maymun’un Servet’inin puslu görünüşüyle paralel olarak bu filmde de sanki Servet’e benzer bir karakterde, Kemal’i avcı değil de kurban olarak görüyoruz. Parasıyla rezil olmanın sinematik referanslarla izdüşümü bu filmde yer alıyor.
Çürümüşlüğün içinde her insan aynıdır. Sadece bazıları daha fazla batar cümlesi üzerinden politikadaki çıkmaz yollarda kayboluyoruz. Film de hakkıyla en iyi film ödülünü evine götürüyor.
Öte yandan daha önce diğer festivallerde izleme şansı bulduğumuz Bilmemek toplumun kanayan yarası olan tahammülsüzlüğü iyi resmeden filmlerden biri olarak dikkat çekmişti. Homofobinin yarattığı öfkenin oluşturduğu şuursuz zorbalığı son derece iyi anlatan yapım, yerli Loveless olarak nitelendirilebilir.
Körleşme ise iyi bir çatışma üzerinden yola çıkan ama ancak metnini derinleştiremeden bir erkeğin küçük dünyasında sıkışıp kalan bir film. Edebi camiaya ve ilişkilere dair sayıklamalarda bulunup, klişelerde kayboluyor. Fatih Al’ın oyunculuğu çoğu yerde övülse de ben aynı fikirde değilim. Beni bir türlü inandıramadı.
Ceviz Ağacı kaş yapmak isterken göz çıkaran bir yapım. Kadına şiddet olaylarını öylesine erkek bakış açısıyla yansıtıyor ki, yine modern kadın bir öcüymüş gibi resmediliyor. Muhafazakar kimi öğeler tek tip mantelitenin gerçek hayatta insanlara nasıl zarar verdiğinin kanıtı gibi. Serdar Orçin’in oyunculuğu dışında film eğreti duran metninde kendini kutsamak dışında izleyiciye pek bir şeyler katmıyor.
Yine kısa film olacakken uzun metraj film olmaya yeltenen bir ilk film olan Plaza, İnşaat filminin senaryosunu bir plaza üzerinden yeniden yorumluyor. Senaryo fıkrayı andıracak şekilde durum komedi olarak seyirciye sunulmuş. Ancak ana karakterin fazla saf oluşu ve inandırıcılıktan yoksun dolandırıcılık olayları filmin vasat kalmasına vesile olmuş. Sesler boğuk anlaşılmıyor ve filmin patlama noktası etkili kullanılamamış.
Son olarak Topal Şükran’ın Maceraları filmi Anakara Film Festivali’nden tatmin edici ödüllerle döndükten sonra bu festivale biraz konuk olarak geldiği söylenebilir. Onur Ünlü arabesk bir melodramı yine kendine has karmaşa içinde absürtleştiriyor. Biraz uzakdoğu filmlerinden, biraz Hollywood’tan parçaları gerçek kesit hikayesine uyarlıyor. Ancak yine freni patlamış bir kamyon gibi filmin kontrolünü yitiriyor.
Böylece bir ulusal yarışmanın daha sonuna geliyoruz. Beşiktaş’ta yapılan ödül töreni ile sona eren festival bu yıl her şeye rağmen geleneği sürdürdüğünün mesajını verdi. Pandemi sürecinin sonandırılmasıyla umarız seneye Adana’da festivale devam ederiz.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.