Festival Kalıntıları: Festivalde Isınma Turları

8 nisan 2010 | Perşembe

Bir günlük aralıktan sonra festivale bütün hızımla devam etmek arzusundaydım. İzlediğim ilk filmler diğer filmler hakkında ne umutsuzluğa kapılmama ne de umut dolmama neden oluyordu. Bu da bende belirsiz bir heyecan yaratıyordu ister istemez. Bugün gitmiş olduğum film Getirin Kellesini (Perrier’s Bounty) isimli bir ingiliz gangster komedisiydi. Filme bilet alma nedenimin rahatlıkla oyuncu merkezli bir seçim olduğunu söyleyebilirim. Ne de olsa Cillian Murphy, Jim Broadbent ve Brendan Gleeson gibi aktörlerin bir arada toplandığı bir film en kötü ihtimalle vasat olabilirdi. Bende en çok merak uyandıran noktaysa şüphesiz Cillian Murphy’nin böyle bir rolde oynamasıydı. Murphy filmde mafyadan aldığı parayı ödeyemediği için mafyadan kaçmak zorunda olan aylak Michael McCrea karakterini canlandırıyordu. İşin ilginç tarafı Murphy’nin genelde çok “aykırı” rollerde (bkz.Breakfast on Pluto) karşımıza çıkan bir oyuncuyken böyle “çok kez seyredilmiş” bir rolde neler yapacağıydı. Filmi izlerken salonun çok eğlendiğini söylemem mümkün, çünkü karşımızda bir mafya komedisi vardı ve toplumumuz mafya ve komedi kavramlarını çok seven bir toplumdu.

Nedense ben Gangster sinemasına karşı olan çok soğuk tavrım sebebiyle filmle aramı pek sıcak tutmamış ve kendimi filmin akışına bırakmamıştım. Eğer kendinizi bırakırsanız gerçekten de çok büyük güldürü öğeleri taşıdığını söyleyebilirim. Ama bunların zeka ağırlıklı espriler olmaktan daha ziyade, göze sokulan espriler olduklarını da belirtmem gerek. Mafya komedisi deyince insanın aklına Mafya parodisi de geliyor ister istemez. Evet, film yer yer parodize bir hâl alıyor hatta eşcinsel bir çift mafya elemanı bu parodi olgusuna fazlasıyla katkıda bulunuyordu. Filmin bana göre en bahsedilmeye değer yanı Broadbent’in performansıydı çünkü oyunculuk açısından Broadbent’in diğer bütün oyuncuları solda sıfır bıraktığını söylemem gerek. Murphy’nin canlandırdığı Michael’ın babası Jim rolünü oynuyordu Broadbent ve rahatlıkla söyleyebilirim ki onun olduğu sahneler de olmasa filme komedi bile diyebileceğimi pek sanmıyorum kendi açımdan. Bütün olarak toparlamak gerekirse Getirin Kellesini bir film olarak orta düzey bir mafya komedisi olmanın ötesine geçemiyordu benim için. Yine de Broadbent’in performansı için izlemeye değer olduğunu söyleyebilirim.

doronship-77.jpg

9 nisan 2010 | Cuma

Bugün benim için festivalin festival olduğu ilk gündü diyebilirim çünkü önümde izlenecek üç adet film vardı ve üçünü bitirince nasıl bir ruh hali içerisinde salonlardan çıkacağım mevzusu zihnimi bulandırıyordu.

İlk filmim olan Doronship 77’nin benim adıma festivaldeki en kötü tercihim olduğunu belirtmem gerek. Filme bilet alma nedenim bende uyandırdığı çok tatlı bir fransız filmi olma ihtimaliydi ama yönetmen ismini yakalayamamış olmam sebebiyle filmin bir fransız yapımı değil de Arjantin yapımı olması gerçeği ancak film başladığında yüzüme tokat gibi inmişti. Kötü bir film değildi belki ama beklentilerimi oluşturduğum düşünce yapısının tamamen dışında bir filmle karşılaşmamdı. Doronship 77 bize Anne isimli bir kadının hamilelik döneminde yaşadığı olayları anlatıyordu. Anne’nin kocası José bir gün sigara almak için evden çıkıyor ve ardından da geri dönmüyordu. Sonra bir gün José’nin dedesi Fransisco hop diye çıkageliyordu Anne’nin evine. Film de onların ilişkisini merkeze alarak yürütüyordu hikayesini. Her şey buraya kadar iyi hoş derken Doronship 77 yer yer bunalım dolu bir havaya bürünüp seyircisini olabildiğince kasıyordu. İzlerken gerçekten sıkılmış ve bitmesini bekler olmuştum ve bunun sebebini de büyük ihtimalle beklentim ve karşılaştıklarım arasındaki ilişkiye veriyordum. Yine de, hiçbir beklentiyle gitmeseydim dahi Doronship 77 çok da beğenerek izleyeceğim bir film olmazdı. Genel olarak iyi diyebileceğim bir şey varsa yönetmenin öznel bir yaklaşım sergilemesiydi ama bu öznelliğin yer yer aşırıya kaçtığıysa önemli bir gerçekti. Bu açıdan Doronship 77 festivalde izleyip en beğenmediğim film olarak aldı yerini. Yine de konusu ilginizi çekmişse ve Arjantin sinemasını seviyorsanız şans vermeniz konusunda bir şey diyemem.

the-bad-lieutenant.jpg

Diğer gittiğim film olan Kötü Polis (The Bad Lieutenant)’i tercih nedenimse Werner Herzog filmi olması ve son zamanlarda oyunculuk olarak “monoton” bulunan Nicolas Cage’in yine eski performans yeteneğini sergilediği dedikodusuydu. İyi hoş beklentilerdi bu iki unsur da benim için. Herzog sineması her zaman çok güçlü ve farklı olarak çalınıyordu kulağıma ama izleme fırsatını Kötü Polis filminde bulmak da beni ister istemez endişelendiriyordu. Film batıda oldukça beğenilmişti beğenilmesine ama çok “hafif” bir film olduğu da söylentiler arasındaydı. Adeta Herzog arada bir atıştırmalık film çekmişti kendi için (ki ilk izleyeceğim filminin bu olması da kafamda doğan endişelerin en önemli nedeniydi). Bu düşünceyi filmi izleyince daha iyi anlamıştım çünkü ben “adalet ve polis” olguları üzerine kurulu bir film beklerken bu unsurun sadece bir öğe olarak yer aldığı bir filmle karşılaşmıştım. Bu bir sorun olmamıştı filmi izlerken benim için çünkü Herzog genel bir Amerika portresi oluşturmuştu bu adalet olgusuna odaklanmak yerine. Bu noktada filmin “hafif” olması mevzusu öne çıkıyordu çünkü Herzog bu portre yaratısında çok ağır ve çarpıcı olmak yerine hafif ve öznel olmayı tercih ediyordu. Bu açıdan bunun tercihsel bir tavır olması ve filme başarıyla yedirilmesi bende şaheser olmaya çalışmayan bir filmin mütevazi başarısı izlenimi uyandırmıştı. Cage’in performansının bana göre çok da ahım şahım bir yanı yoktu. Hatta bence Kehanet isimli filmindeki “anlamsız” ifade bu filmde de ısrarla sürüyordu. Genel olarak söyleyebilirim ki Kötü Polis, Herzog sinemasında çok şey vaat etmeyen tavrıyla iyi bir film olarak nitelenebilecek bir çalışma olarak tanımlanabilirdi.

kinatay.jpg

Festival’in en çok dikkatimi çeken filmlerinden biri olan Katliam (Kinatay)’daydı sıra. Film hakkında o kadar zıt yönlerde bir sürü şey söylenmişti ki merakımın kamçılanmaması elimde değildi. Roger Ebert “Bu Cannes’da şu ana kadar gösterilmiş en kötü filmdi.”derken Cannes’da en iyi yönetmen ödülüyle taçlandırılmıştı Mendoza. Peki, bir taraftan ödüllendirilen film bir yandan Ebert gibi “tecrübeli” bir eleştirmen tarafından nasıl yerden yere vuruluyordu düşüncesi yankılanıyordu kafamda. Bunun nedenlerini filmi izledikten sonra gayet aydınlanmış bir biçimde anlamıştım. Mendoza Filipinli bir yönetmendi; filmi ilk defa Cannes’da gösteriliyordu ve en iyi yönetmen ödülüyle sonuçlanıyordu. Filmin konusu da öyle çok da ilginç değildi. Peki, bu filmi böyle bir ödülü hak eder kılan neydi o zaman? Önce konudan biraz bahsetmem gerekecek çünkü filmin konusu anlatı biçimini paralel şekilde etkileyecek kadar önemli. Film Peping isimli polis okulunda okuyan bir gencin öyküsünü sunuyor bize. Peping evleniyor ve maddi durumunu düzeltmek için bir çeteyle bir olayın içine dahil oluyor. Olay striptiz kulübünde çalışan bir kadının minibüse bindirilerek şehrin ücra bir köşesinde işkenceye maruz bırakılarak öldürülmesiyle sonuçlanıyor ve Mendoza da hem bu olayları bütün “çıplaklığıyla” gözlerimizin önüne sermeye hem de Peping’in bu olay içerisindeki psikolojik ve vicdani rahatsızlığını anlatmaya çalışıyor bize.

Daha filmin başında gördüğümüz manzaralar karşımızda ne kadar işinin ehli bir yönetmen olduğu gerçeğini seriyor önümüze. Mendoza kesinlikle gelecek vaat eden yönetmenler arasında bu açıdan. Daha sonra film ilerleyip düğün sahnelerinde mutluluğun yerini yerine getirilecek olan görevin kasvetli atmosferi alınca seyirci ister istemez rahatsız oluyor ve oldukça negatif anlamda etkileniyor. Mendoza görselinde kullandığı bütün o renkliliğin ve canlılığın yerine kamerasını karanlığa, umutsuzluğa ve huzursuzluğa çeviriyor. Arabada geçen o uzun sahne içerisinde tekinsizlik unsuru tavan yapıyor derken kadının eve getirildiği sahnelerde artık olayın içine görsel şiddet de giriyor ve Katliam seyircisi için yer yer dayanılmaz bir deneyime dönüşmeye başlıyor. İşte burada da Ebert ve diğer bazı eleştirmenlerin filmi beğenmeme nedeni çıkıyor ortaya. Mendoza şiddet sahnelerinde öyle bir çıplak gerçeklik kullanıyor ki seyirci izlerken filme dayanamaz bir hale geliyor ve tepki olarak da saldırgan bir yaklaşım benimsiyor ister istemez.

kinatay-katliam.jpg

Kendi adıma konuşacak olursam Cannes’da aldığı en iyi yönetmen ödülünü sonuna kadar hak ediyor Mendoza çünkü gerçekten de çok iyi bir yönetmen ve Katliam’da da bu yetenekli sinema algısının fark etmemek mümkün değil. Diğer taraftan filmdeki “pornografik” gerçekliğin gerekli olduğu için mi yoksa sansasyon yaratmak için mi kullanıldığı kafamda bir soru işareti. Yine de bu “pornografi” ve aşırı şiddetin hem filmin yaratmaya çalıştığı dehşete hem de Peping’in yaşadığı vicdani bunalıma güçlendirici anlamda katkıda bulunduğu bir gerçek. Evet, rahatsız edici evet mide bulandırıcı evet sarsıcı bir film Katliam ama belki de filme bu kadar acımasızca saldırmamızın nedeni içimizdeki vahşeti ekranda görünce yaşadığımız korku? Belki de içimizdeki vahşet potansiyelini keşfetme korkusu? Ya da basitçe bir beğenmeme hali? Kim bilir? En başta sorduğum ödül alma meselesi de burada buluyor cevabını: Cannes’da ödüllendiriliyor Mendoza ve bunun en önemli sebebiyse blöf yapmayan bir cüretkarlık taşıyor olması. Filmi izleme konusundaysa hazmı zor bir film olduğunu ve bünyesi pornografik şiddeti kaldıramayacak izleyicilerin filmden köşe bucak kaçması gerektiğini düşünüyorum. Kısaca toparlamak gerekirse Katliam benim festivalde en çok etkilendiğim yapımlardan biri olarak yerini alıyor ve başarılı sinema dili sebebiyle Mendoza’yı tebrik etme gereğini hissettiriyor bana.

Genel olarak ısınma turlarında festival atmosferine girmeye başlıyorum bu dört filmle birlikte. İlk hafta bitiyor benim için ve Rezervuar Köpekleri’yle Katliam dışında çok etkilendiğim filmlerle karşılaşmasam da esas umutlarımı ikinci haftaya bırakarak devam ediyorum festival macerasına.

…Devamı Gelecek.

Yorum Gönderin