Antalya Film Festivali bu yıl ulusal yarışmanın kaldırılmasıyla beraber karşımıza geçmiş yıllara göre daha kısır bir programla çıktı. Ulusal yarışmanın kaldırılmasından dolayı Türk konuklarda azalma olduğu söylenebilir. Festival konuk bakımından biraz daha uluslararası bir görünüşe evrilmiş görünüyor. Ancak program bakımından aynı şeyleri söylemek mümkün olmadı. Festivalin daha çeşitli yan bölümlerle programı gelecek yıllarda renklendirmesi gerekiyor. Çünkü rutin şablona bağlı kalarak festival takip etmek, seyircinin seçim şansını elinden alıyor.
Bir de Ai Weiwei mevzusu var. Human Flow filminde senkron tutmaması teknik arızası boşluğundan yararlanarak bir seyirci “5 milyon Suriyeli’ye bizim ülke bakıyor. Ama filmde Türkiye ile bir tane iyi bir şey yok. Bu film burada gösterilemez.” Tepkisi üzerine basın olay yarattı. Özellikle “gerilla” polemiği şeklinde medyaya yansıyan haber, durumu provoke etmeye yönelik yorumlanabilir. Yönetmenin böyle bir seçim yapmaya hakkı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Her ne kadar Türkiye’yi iyi anlamda film yansıtmasa da fikirlere saygı duymak gerekiyor. Esas konuşulması gereken nokta filmdeki bazı altyazıların çevrilmemesi mevzusu olmalı diye düşünüyorum. Çünkü Kürt meselesiyle ilgili çevrilmeyen bölümü sadece İngilizce bilen seyirciler anlayabildi.
Bu polemikler dışında festivalin yarışmalı bölümü gösterimlerine devam ederken, festivalin ünlü konukları bir bir Antalya’ya gelmeye devam ediyor. Christopher Walken ve Juliette Lewis’ten sonra bugün de Jim Jarmush filmlerinden de tanınan Japon sinemasının usta aktörlerinden Masatoshi Nagase güzel bir söyleşiyle festivale katkıda bulundu.
Gösterilen filmlerden izlediğim birkaç filme kısa kısa yorumlarım ise şöyle diyebiliriz.
RADIANCE / HIKARI
Naif filmleriyle tanınan Naomi Kawase yine bildiği sularda yüzmeye devam etmiş. Körler için sesli betimleme derneğinde çalışan Misako ve görme yeteneğini günden güne kaybeden fotoğrafçı Masaya’nın dokunaklı hikayesi konu olarak ilgi çekici olmayı başarıyordu. Özellikle sesli betimlemenin gerçekleştirmesindeki detaylar ve konuya hakim olmayan insanlar için son derece değerli bir içerik sunuluyordu. Ancak yönetmen Kawase bu başarısını görsel anlamda filmine yansıtamamış. Oyuncu performanslarına sırtını dayıyan bir anlayış sonucunda ortaya sadece iyi performanslar çıkmış. Özellikle festivale konuk olarak gelen oyuncu Masatoshi Nagase akılda kalan oyunculuğuyla filmi sürükleyen isim oluyor. Filmde uyguladığı metod oyunculuğu sayesinde bir buçuk ay dar görüşle hazırlanarak rolüne takdiri hak ediyor. Bunun dışında film kimi duygusal anlara vesile olsa da, gerek hikaye anlatımı, gerekse teknik açıdan ortalamanın dışına çıkamamış.
NEVER LEAVE ME
Festivalin açılış filmi olarak yoğun ilgi gören yapım bir grup Suriyeli çocuğun Şanlıurfa’daki yaşantılarını mercek altına alıyor. Filmde bir nevi gerçek hayatlarını oynayan Suriyeli çocuklar doğal performanslarıyla övgüyü hak ediyorlar. Göçmenlik ve mülteci sorununa çocukların gözünden bakmayı tercih eden Never Leave Me, ülkemizdeki Suriye çocukların yaşadığı dramı anlamak konusunda oldukça başarılı diyebiliriz. Bilhassa empati kurduğunuzda duygulanmamak elde değil. Ancak film senaryo anlamında kopukluklar yaşıyor. Bir sahnenin patlama noktası sonrası diğer sahneye atladığında devamlılık ve kurgu hataları göze çarpıyor. Teknik açıdan oldukça amatör çekilmiş izlenimi veren teknik yetersizlikler filmin seyir zevkini bozmuyor. Film son bölümündeki duygusal patlamayı tetikleyen sahneleriyle etkileyici olmayı başarsa da, ne yazık ki sinemasını tam olarak tatmin edici kılmayı başaramıyor. Bazı sahnelerin “Little Miss Sunshine” andırması da filmi düşündürücü noktalara kaymasına neden oluyor. Filmdeki Türk karakterlerin çoğunun kötü gösterilmeye çalışılması da anlam veremediğim bir nokta diyebiliriz.
HUMAN FLOW
Ai Weiwei’nin son belgeseli Human Flow hikaye kurgusu olarak izleyiciyi mülteci kamplarına götürüyor. Farklı ülkelerdeki mülteci kamplarına ve mültecilere yoğunlaşıyor. Weiwei bizzat kendisini de filmin başrolüne koyarak mültecilerle yakınlık kurmaya çalışıyor. Başarılı bir sinematografi çalışmasıyla hayranlık uyandırsa da yönetmenin hikaye anlatımındaki tutumunu samimi bulmadım. Filmin odağına mültecileri yerleştimek isterken objektif olamıyor. Olayları tek bir bakış açısından bakarak incelesi konunun derinlikli olmasına izin vermiyor. Belli ki yönetmen görüntülerinin yeterince etkileyici olduğunu düşünerek içerik konusunda pek de kafa yormayı tercih etmemiş. Yönetmenin bakış açısının konuya çok dışarıdan kalması sonucunda mültecilere kucak açan ülkeleri yanlı bir şekilde provoke ediyor. Bu durum da ister istemez sanat çevreleri ve entelektüel kesimin gözünü boyamaya çalışmasından öteye gitmiyor.
LE REDOUBTABLE
Michel Hazanavicius’un ilk gösterimini bu yılki Cannes Film Festivali’nde yapan filmi Le Redoubtable, Godard’ın Anne Wiazemsky ile ilişkisini odağına yerleştirirken Godard’ın politik tavrını mizahi bir şekilde anlatıyor. Film Godard’ın tarzını benimseyerek bu estetiğe öykünen mizansenlerle ilerliyor. Son derece dinamik bir kurguyla beraber dönemin ruhunu sonuna kadar yansıtmayı başarıyor. Godard’ı inanılmaz saplantılı ve adeta çekilmez bir insan olarak resmeden yapım, tek kelimeyle harika bir sinema seyri sunuyor. Son derece eğlenceli, komik, sinefil dostu, dinamik ve başarılı oyunculuklarıyla mutalaka izlenmesi gereken bir film olduğunu haykarıyor. Kimilerine göre The Artist Hazanavicius’un belki en iyi işi ama bu film de gönülleri çalan bir albeniye sahip ve yönetmenin filmografisinde üst sıralarda yerini alıyor.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.