Nacho Vigalondo 2003’te 26 yaşındayken, Madrid’de evinin yakınlarındaki La Concha adlı barda bir kısa film çekti. İlk yönetmenlik denemesiydi. Siyah-beyaz, düşük bütçeli, 3 gecede çekilmiş bir Avrupa kısası… Ne kadar iyi olabilirdi ki?
Ama “7:35 de la Mañana” yani “Sabahın 7.35’i” bayağı iyi çıktı! Vigalondo’yu işsiz bir senaristten 16 ulusal kısa film ödülü sahibi, aranan bir filmciye dönüştürdü. El Mundo gazetesi onu “yeni Amenabar” diye niteledi. Hatta 2004’ün en iyi filmlerini onurlandıran 77. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Kısa Film” dalında Oscar adayı oldu.
Film, genç bir kadının (Marta Belenguer) cafe-bar’a girmesiyle başlar (Meraklılarına açık adres vereyim: La Concha, San Bernardo Sokak, numara 55, Madrid). Kadın her sabah aynı saatte (belli ki işe giderken) oraya uğrayıp aceleyle kahvesini ve ensaimada’sını alarak kahvaltı etmektedir. Fakat bugün mekânda bir tuhaflık, bir durgunluk vardır. Daha sonra adamın biri şarkı söylemeye başlar. (Vigalondo’nun bizzat oynadığı ‘El Tipo’. Biz ona ‘Eleman’ diyelim.) Şarkının sözlerinde bir tür ilanı-aşk söz konusudur. La Concha’da bulunan herkes, eline tutuşturulan kâğıt parçalarından kendi repliğini okumakta ve şarkı böylece ilerlemektedir. Eleman her gün gördüğü ancak cesaretini toplayıp iki kelime muhabbet edemediği, hatırını soramadığı kadınla iletişime geçmek için bu yaratıcı ama tehlikeli ‘rehine operasyonu’na girişmiştir!
Seviyorsan git konuş be Nacho abi!
Rehine diyorum çünkü bar sakinlerinden biri repliğini okumayı reddedince, Eleman’ın ceketinin altında bir bomba düzeneğinin bulunduğunu ve herkesi ‘patlatma’ tehdidiyle muma çevirdiğini anlarız. Kadın bu esnada bir fırsatını bulup cep telefonundan 091’i çevirmeyi başarmıştır. Şarkı bir müzikal koreografisi tadında sürmekte, ekipler olay yerine intikal etmekte, bu esnada bizi bol ‘konfetili’ bir final beklemektedir. Kısa filmde spoiler olmaz diye rahat rahat anlattım ama dilerseniz tam bu noktada 8 dakikanızı rica edip filmi bir izleteyim. Sonra yazı devam ediyor.
7:35 de la Mañana “çok sevdiğim bir şarkı” gibi… Kolayca ulaşacağım bir yerde durur ve arada bir açıp izlerim. Belki o absürt havası, belki müzikallerin klişeleriyle dalga geçen tarzı, belki şarkının o vurucu sözlerinden dolayı bu kadar hastası oldum. (İspanyolca biliyorsanız sözlerdeki kafiyenin filmdeki ironiyle buluşması sizi daha da fazla kendine çekiyor.) Belki de Vigalondo’nun bu filmi çekmek için ortaya koyduğu azim… Adam sonuçta filmi yazmış, yönetmiş, iki ana karakterden birini oynamış ve filmin merkezindeki o güzel şarkıyı da bestelemiştir. (Öyle ki, çekim sonrası txakoli ve kalimotxo’ları da o ısmarlamıştır muhtemelen! O kadarını bilmiyoruz.)
Bağlayacağım bir yer var. Yönetmenlerin ilk filmlerini (ya da genel anlamda sanatçıların ilk işlerini, 30 yaş öncesi ortaya çıkardıkları eserleri) çok önemsiyorum. Benim için Paul Thomas Anderson Boogie Nights’tır. Madem Vigalondo’yu benzetmişler, Alejandro Amenabar İçimdeki Deniz’den ziyade Tez veya Aç Gözünü’dür. Guernica zaten kaderinde vardır ama bence asıl Picasso, henüz meteliğe kurşun atarken çizdiği ‘Yaşlı Gitarist’tir. John Dos Passos öldüğü güne kadar yazmaya devam etmiştir fakat bende “Manhattan Transfer” olarak kayıtlıdır.
Çünkü (örneğin bir romancıyı düşünürsek) yayınevinden sınırsız avans alabilen, lüks içinde yaşayan, röportaj taliplilerini kapıya dizen yazar, artık bir nevi “İkitelli’ye taşınmış gazete” gibidir. Cağaloğlu’ndaki tadı asla yakalayamaz. (Yaşı ilerlemiş sanatçıların eserleri kötüdür demiyorum. Ama o imkânlarla ve övgülerle taş olsan bir şeyler yaratırsın.) “Henüz çok gencim, yaparız bir şeyler” konulu tartışmalarda hep verdiğim bir örnek vardır: “Arthur Rimbaud”… Ciddi anlamda şiir yazmaya 16 yaşında başlamış, 20’sine geldiğinde kalemi haleflerinin ‘eline vererek’ kenara çekilmiştir!
Bir metropol icadı olarak ‘acele’…
Gelelim ‘acele’ konusuna… ‘Zaman’ bir batı icadıdır deyip beni aşan konulara girmeyeceğim. Zaten bu, Sümer, Babil, Asur, Mısır gibi pek çok medeniyete büyük haksızlık olur. Ama ‘acele’ kavramını, daha doğrusu “Meşgul olmakla, yoğun olmakla, acelesi olmakla övünme”yi hayatımıza kim soktuysa onu asla affetmiyorum! “7:35 de la Mañana”nın favori kısa filmim olmasının asıl büyük nedeni de bu. “Hafta içi her gün aynı saate” kurduğumuz alarmlarımızla ‘önceden programlanmış’ bir güne uyanıyoruz ve akşama kadar aynı robotik tavrımızla devam ediyoruz. Gün içinde aynı saatte yaptığımız (ve bu sayede ‘düzenli’ olduğumuzu düşündüğümüz) o kadar çok şey var ki… Ve Ignacio (‘Nacho’ İspanyolcada Ignacio isminin kısaltmasıdır. Francisco’nun Paco; Enrique’nin Quique olması gibi) bunu öyle güzel bir filmle aklımıza kazımıştır ki, kendisine 10 yıl geç de olsa teşekkür etmek isterim.
Nacho Vigalondo bu kısa filmden sonra aldı yürüdü. Suç Zamanı (Los Cronocrimenes) gibi kaliteli bir uzun metraj gerilim, ardından UFO komedisi Extraterrestrial’i çekti. Belki daha iyilerini de çekecek. Ama ben bu parlak Hispanik yönetmeni hep “Sabahın 7.35’i”yle hatırlayacağım.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.