Akademi’nin Günahları: Oscar’ı Hak Eden Ama Alamayan Filmler

Akademi’nin günahları saymakla bitmez aslında. Ödülü fazlasıyla hak eden yapımları, oyuncuları, müzisyenleri vs ödüllendirmeyen, bunun yerine kendi kurallarına daha uygun olan filmleri yücelten bir kuruluş. Tabi bu, şimdiye dek hak eden hiç kimseyi ödüllendirmediği anlamına da gelmiyor. Yeri geldiğinde sağlam seçimler yapmayı da başarıyor. Bu dosyada Oscarları daha fazla hak eden, yani bir nevi Akademi’nin ödüllendirmeyerek günah işlediği filmlere değineceğiz. 1960 ve sonrasını değerlendirmeye tabi tuttuğumu da belirteyim.

1963-Lawrence of Arabia:
1962 yılında vizyona giren Lawrence of Arabia eleştirmenlerce epey beğenilmiş ama Arapları aşağıladığından ötürü de fazlasıyla tepki çekmişti, çekmeye de devam ediyor. Şu bir gerçek ki bazı yönleriyle epey güçlü bir film Lawrence of Arabia. Lakin Alan J. Pakula’nın kotardığı To Kill a Mockingbird dururken Oscarı Lawrence of Arabia’ya vermenin izahı yok. Aslında To Kill a Mockingbird’ün aday gösterildiğine bile şükretmeli… Çünkü film 1920’lerde siyahlara yapılan faşizmi anlatmakta ve bu faşizm 1960’larda da devam etmekteydi. Siyahları savunan ve ırkçılığa hayır diyen bu filmin Akademi tarafından ödüllendirilmesi de zaten şaşırtırdı. Çünkü Akademi’nin içinde de o dönemlerde ırkçı şahsiyetler mevcuttu. O sene adaylar arasında şimdiye dek çekilmiş en sağlam savaş filmlerinden The Longest Day de bulunmaktaydı. Ama ödül Lawrence of Arabia’ya gitmişti.

1965-My Fair Lady:
Akademi’nin şimdiye dek devam eden takıntılarından bir tanesi başarılı başarısız kostümlü dönem dramalarını ödüllendirmesi. My Fair Lady de o kostümlü dönem dramalarından bir tanesi. Bir klasik olarak sinema tarihine giren bir film. Yanlış anlaşılmasın. Film epey başarılı ama ondan daha güçlü filmler de vardı. Stanley Kubrick’in en iyi filmlerinden Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb bu güçlü filmlerden ilkiydi ve kesinlikle Oscarı My Fair Lady’den daha çok hak etmekteydi. Akademi’nin yazılı olmayan kurallarınca Dr. Strangelove gibi savaş karşıtı, hatta emperyalistlerle dalgasını geçen bir filmin ödüllendirilmesi mümkün değildi zaten. Gene de Kubrick’in isminden ötürü ve aldığı olumlu eleştirilerden aday gösterilmişti diye tahmin ediyorum.

1972-The French Connection:
Bu yıl ödülü William Friedkin’in yönettiği The French Connection kazanmıştı. Dedektif filmlerinden olan The French Connection şimdiye dek çekilmiş en iyi dedektif filmleri arasında anılır. Ancak onunla birlikte Stanley Kubrick’in başyapıtı A Clockwork Orange da aday olmuştur. Ne yazık ki Kubrick’in bu filmi de ödüllendirilmez. Zaten Kubrick’in Oscar tarihçesine bakıldığında sadece özel efekt dalında Oscar aldığı görülür. Bu yılda da ödülü sonuna kadar hak etmesine rağmen alamaz. A Clockwork Orange yaramaz filmlerden bir tanesidir zira. Akademi’nin işine gelmez bu yapımı ödüllendirmek. Keza 1969 yılında çekilen ve Oscar’a aday gösterilen Darwinci 2001 de ödüllendirilmemişti. O film de Akademi’nin muhafazakarlığı yüzünden görmezden gelinmişti.

1973-The Sting:
Ödülü alması gereken Sidney Lumet’nin Amerikan polis teşkilatını tek kelimeyle yerin dibine batırdığı Serpico idi. Ama Serpico polis teşkilatını yerden yere vurmasından ötürü aday dahi gösterilmemişti. Akademi bir kez daha sinemayı değil de Amerika’yı korumayı kendine görev olarak belirlemişti. George Roy Hill’in yönettiği suç komedisine karşın Serpico her açıdan daha kaliteliydi. Belirtelim ki adaylar arasında The Exorcist gibi son derece kaliteli bir korku filmi, Ingmar Bergman’ın ustalığını konuşturduğu Cries & Whispers de bulunuyordu. Ama ödül daha az başarılı The Sting’e gitmişti. Bernardo Bertolucci’nin başyapıtı Last Tango in Paris de görmezden gelinen ve aday gösterilmeyen bir diğer film olarak göze çarpıyor. Bu filmin aday gösterilmemesinin nedeni muhtemelen içindeki dönemine göre ağır olan seks sahneleriydi. Margarin sahnesi bile Akademi’yi dellendirmeye yetmiştir diye tahmin ediyoruz.

1977-Rocky:
Akademi günahlarının en büyüğünü bu sene işlemişti bence. Rocky dışındaki adaylar şunlardı: Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ı, Sidney Lumet’nin Network’ü, Hal Ashby’nin Bound for Glory’si ve Alan J. Pakula’nın All the President’s Men’i. Bana göre bu filmlerin hepsi ödülü Rocky’den daha çok hak etmekteydiler. Özellikle tarihe geçen ve Cannes jürisince ödüllendirilen Taxi Driver ödülü kesinlikle almalıydı. Lumet’nin televizyonu eleştiren çok güçlü filmi de ödüllendirilmesi gereken bir diğer filmdi. Ama Akademi ne Taxi Driver’ı, ne de Network’ü ödüllendirdi. Varoşlardan kopup boksta şampiyonluğa yükselen Rocky’nin dramı Akademi’yi daha çok etkilemişti belli ki.

1980-Kramer vs. Kramer:
Francis Ford Coppola şimdiye dek hiçbir sette canından bezmedi Apocalypse Now’ın setinde bezdiği kadar. Neler yaşamamıştı ki o sette Coppola. Önce başrol oyuncusunun performansını beğenmeyip onu kapı dışarı edip Martin Sheen’i oyuna dahil etmişti. Ardından başlayan bir fırtına ve devamında gelen bir selle bütün seti yerli bir olmuştu. Bunlara bir de Marlon Brando’nun nazını ekleyin. Canından bezmesi çok normaldi. Tüm olumsuzluklara rağmen Coppola kariyerinin en iyi filmini çekmeyi başarmıştı. Sinema tarihinin en iyi savaş filmini ortaya koymayı başarmıştı Coppola. Oscar’ı sonuna kadar hak ederken geceden eli boş dönmüştü ne yazık ki. Onun yerine Dustin Hoffman ve Meryl Streep’in başrolleri üstlendiği Robert Benton’ın yönettiği Kramer vs. Kramer ödüllendirilmişti. Apocalypse Now’ın olmadığı bir aday listesinde ödülü sonuna kadar hak eder Kramer vs. Kramer. Lakin 1980’deki en iyi film adayları arasında ödülü Apocalypse Now kadar hak etmediği çok açık.

1981-Ordinary People:
Usta aktör Robert Redford’un ilk yönetmenlik denemesiydi Ordinary People. Fena da bir iş çıkmamıştı. Lakin Redford ortaya Oscarlık bir iş de koymamıştı. Adaylar arasında hangi filmler mi vardı? Söyleyelim: Martin Scorsese’nin başyapıtı Raging Bull, Roman Polanski’nin Yeşilçamvari ama çok kaliteli filmi Tess, David Lynch’in başyapıtı Elephant Man. Ama ödül gene ne Lynch’e, ne Polanski’ye, ne de Scorsese’ye gitti. Scorsese’yi daha çok bekletecek ve gecelerden eli boş döndüreceklerdi. Bu usta yönetmenlerin başyapıtları yerine henüz kamera arkasına alışamamış Redford’a ödülün verilmesini açıklamak zor. Sanırız Akademi Rocky’i ödüllendirerek boks filmlerini ödüllendirme görevini ifa ettiğini düşünmüş olacak ki Rocky’i cebinden çıkaracak olan Raging Bull’ı ödüllendirmedi. Ayrıca Amerikan ailesini anlatan Ordinary People’ı daha çok sevmişler besbelli.

1986-Out of Africa:
2008 yılında hayata veda eden oyuncu-yönetmen Sidney Pollack’ın yönettiği Out of Africa başarılı bir romantik-dram filmiydi. Meryl Streep ve Robert Redford’un güçlü oyunlarıyla filmin başarısı daha da artıyordu. Spielberg’in gişe için çekilmeyen, yani blockbuster olmayan filmlerinden The Color Purple kanımca ödülü daha çok hak ediyordu. Hem siyahları, hem de ezilmiş kadınları başarılı bir şekilde ele aldığından ve sorunlara parmak bastığından romantik Out of Africa’dan daha çok hak etmişti Oscar’ı. Lakin Akademi hala ırkçıydı, hala siyahları ve onları anlatan filmleri ödüllendirmiyordu. Brazil’den de bahsetmek gerek. Terry Gilliam’ın kara filmi Brazil devleti güçlü bir şekilde eleştiren filmlerden bir tanesi. Oldukça da başarılıdır. Lakin aday dahi gösterilmemiştir. Bana göre o yıl ödülü daha çok hak eden ilk filmdir.

1987-Platoon:
Yer: Vietnam. Konu: Faşist Amerika’nın Vietnam’ı ele geçirmek için gönderdiği askerlerinin burada psikolojilerini yitirmeleri. Platoon başarılı bir savaş filmi. Askerlerin savaştaki (bozulan) psikolojilerini başarıyla perdeye aktarıyordu. Ama savaş hakkında bir şey söylememesi, yani etliye sütlüye değinmemesi onun etkileyiciliğini azaltıyordu. Akademi, Amerikan askerlerinin psikolojilerini konu edinen bu filmden o kadar etkilendi ki dört Oscarı bu filme verdi. Ve bu sene çekilen en kaliteli filmlerden ikisini göz ardı etti: David Lynch’in tüyleri diken diken eden gerilimi Blue Velvet ve Martin Scorsese’nin The Color of Money. Bu iki film aday dahi gösterilmedi. Halbuki (bence) ödülü Platoon’dan daha çok hak ediyorlardı. David Cronenberg’in başarılı bilim-kurgusu The Fly da görmezden gelinen bir diğer yapımdı, belirtelim.

1988-The Last Emperor:
Spielberg’in en iyi filmlerinden Empire of the Sun, Brian De Palma’nın yönettiği The Untouchables ve Stanley Kubrick’in en iyi filmlerinden Full Metal Jacket bu sene göz ardı edilmiş. Bu filmler kendilerine en iyi film dalında yer bulamamışlardı. Neyse ki ödül usta yönetmen Bertolucci’nin The Last Emperor’ına gitmişti. Yani en azından aday gösterilen filmlerden en iyisine ödül takdim edilmişti.

1990-Driving Miss Daisy:
Bu sene de ödül daha az hak edene gitmişti. Bu sene adaylar arasında Jim Sheridan’ın en iyi filmi My Left Foot, Peter Weir’in başyapıtı Dead Poets Society, Oliver Stone’un bir kez daha Vietnam’a gittiği Born on the Fourth July de bulunuyordu. Ödülün Driving Miss Daisy’e gitmesi elbette ki şaşırtıcı. Zira Sheridan’ın My Left Foot’u göz ardı edilebilecek bir film değil. Dead Poets Society öğrencilik, eğitmenlik, eğitim sistemi üzerine söyleyecek sözleri olan sağlam filmlerden bir diğeriydi. Ama ödül Driving Miss Daisy’e gitmişti.

1991-Dances with the Wolves:
Sanırım Akademi’nin oyunculuktan yönetmenliğe geçenlere karşı bir zaafı var. Kevin Costner da ilk kez kamera arkasına geçtiği filmiyle Oscarlanmıştı. Filmin Oscarı hak etmediğini söyleyemeyiz ama Penny Marshall’ın yönettiği Robert De Niro’nun döktürdüğü, Robin Williams’ın iyi oynadığı Awakenings, diğer iki filmden daha az başarılı bulunsa da epey kaliteli olan The Godfather: Part III ve Scorsese’nin bir diğer başyapıtı Goodfellas bana göre Oscar’ı Dances with the Wolves’tan daha çok hak etmekteydi. Ama belli ki Akademi bu filmi Oscarlandırarak Kızılderililerden özür dilemek istiyordu.

1992-The Silence of the Lambs:
Hiç uzatmadan söyleyelim: Bu sene ödül Barton Fink’e gitmeliydi. Ama Akademi neden bu filmi görmezden geldi, en önemli kategorilerde aday göstermedi? Çünkü film Hollywood’u da, Hollywood’taki stüdyo hakimiyetini de, Hollywood patronlarını da kıyasıya eleştiriyordu. Coen Kardeşlerin en iyileri arasında gösterilen Barton Fink’in Cannes’dan üç önemli ödülle (Altın Palmiye-aktör-yönetmen) dönen çok az filmden bir tanesi olduğunu da belirtelim. Adaylar arasında ödülün The Silence of the Lambs’e gitmesine ise sevindiğimi belirteyim.

1995-Forrest Gump:
Shawshank Redemption ve Pulp Fiction dururken ödül Forrest Gump’a gitmişti. Benim asıl değinmek istediğim filmse David Fincher’ın en iyi polisiyelerden bir tanesine imza attığı Se7en. Çoğu sinefili etkileyen bu film belli ki Akademi eleştirmenlerini etkilememiş. Halbuki bu film, Fight Club’tan daha az zararsızdı Akademi için. Ama Akademi nasıl ki Hitchcock’u, Kubrick’i, Lynch’i, Scorsese’yi yıllarca görmezden gelmeyi başardıysa Fincher’ı da görmezden gelmeyi başarmıştı. O yıl çekilen en kaliteli film olan Se7en’ı sadece kurgu dalına aday göstermişti.

1997-The English Patient:
Coen Kardeşler bu sene Fargo gibi muazzam bir filme, Gregory Hoblit ise Primal Fear gibi gayet sağlam bir polisiyeye imza atmıştı. Ama ödül The English Patient gibi Fargo’dan daha az kaliteli bir filme gitmişti. Primal Fear ise aday gösterilmemişti.

1998-Titanic:
Adaylar arasında L.A. Confidental varken ödülün Titanic’e gitmesi tek kelimeyle haksızlıktı. Ama Akademi gene işine gelmeyen bir filmi es geçmişti. L.A. Confidental, Amerikan hukukunun yozlaştığını, çürüdüğünü, polis departmanının da bu çürümeden nasibini aldığını dile getiriyordu. Doğru söyleyen L.A. Confidental belki dokuz köyden kovulmadı ama hak ettiği ödül kendisine verilmedi. Onun yerine olay yaratan Titanic ödüllendirildi. Bu sene Wag the Dog ve Kundun gibi kaliteli filmler aday gösterilmemişti. Scorsese gene bir filmiyle (Kundun) daha umduğunu bulamamıştı.

1999-Shakespeare in Love:
Akademi’nin kostümlü dramalardan çok hoşlandığını daha önce belirtmiştim. Bunun diğer kanıtı da diğer adayların kalite anlamında çok uzağında olan Shakespeare in Love’ın ödüllendirilmesi. Bu sene için çoğu eleştirmen ve sinefil Spielberg’in bolca Amerikan propagandası yaptığı Saving Private Ryan’ın Oscar alması gerektiği görüşündedir. Bense aday gösterilmeyen American History X’in ödülü daha çok hak ettiği görüşündeyim. Tabi The Truman Show da bu ödülü sonuna kadar hak eden bir diğer iş. American History X ırkçılığı, The Truman Show reality show manyaklığını anlattığından film kategorisine aday gösterilmediler.

2000-American Beauty:
American Beauty Oscar’ı sonuna kadar hak eden bir film. Gerçi The Green Mile ve The Insider gibi iki kaliteli film de adaydı. Karar vermek hakikaten de zor. Benim ödülümse 99’da vizyona giren en iyi filmlerin başında gelen Fight Club’a giderdi. Fincher bu filmiyle de görmezden gelinmişti. Filmin senaryosu da, oyunculukları da (bilhassa Edward Norton), kurgusu da, müzikleri de, görüntü yönetmenliği de oldukça sağlam. Lakin tüm sağlamlığına rağmen Akademi bu filmi şaka gibi tek dalda/Ses dalında aday göstermiş ve ödülü de kendisine teslim etmemişti. Zararlı gördüğü bu yapımın ünlenmesini ve izleyicilerin bu filmi fark edip izlemesini istemiyordu Akademi. Bu filme adaylıklar-ödüller vererek filmin “ünlenmesi”ne katkıda olacaklarını biliyorlardı. Lakin aradan geçen on iki yılda film en bilinen ve en sevilen filmlerden birisi haline geldi. Yani Akademi amacına ulaşamadı.

2002-A Beautiful Mind:
Çok da başarılı ol(a)mayan A Beautiful Mind, The Lord of the Rings: The Followship of the Ring’ten ödülü kapmayı başarmıştı. Halbuki ödülü bence LOTR daha çok hak etmekteydi. Ama daha önce onca ödülü bu seriye teslim ettiklerinden gene ödüllendirmeye gerek duymadılar. Christopher Nolan’ın başyapıtı Memento, David Lynch’in başyapıtı Mulholland Dr görmezden gelinen filmlerden.

2003-Chicago:
Gangs of New York, Adaptation., The Pianist, The Hours, LOTR 2 varken ödül Rob Marshall’ın çokça şişirilen müzikaline gitmişti. Akademi’nin onca günahlarından bir tanesi olarak tarihe girmiştir bu ödül. Zira saydığım bu dört film, Chicago’dan çok daha kalitelilerdi.

2009-Slumdog Millionaire:
Yıl 2009 olmuş, Akademi hala yıllar önceki polis teşkilatını yeren filmlere kayıtsız kalmakta. Clint Eastwood’un Changeling’inden bahsediyorum. Eksikleri gedikleri de olsa kesinlikle adaylığı hak eden bir işti. Darren Aronofsky’nin en iyi filmlerinden olan The Wrestler da Akademice görmezden gelinen diğer filmdi. Sam Mendes’in tekrar Amerikan rüyasını ele aldığı başarılı filmi Revolutionary Road da görmezden gelinmişti. Bunca başarılı filme rağmen ödüller Danny Boyle’a yakışmayan Slumdog Millionaire’e gitmişti.

2010-The Hurt Locker:
Her şey değişir, Akademi’nin bazı yönleri değişmez. O da Amerika’yı koruyup kollama görevi. Amerikan askerlerini konu alan filmleri hep ödüllendirdi, onca dala aday gösterdi. İki sene önce vasat film The Hurt Locker da Amerikan askerlerinin Irak’taki (bozulmuş) psikolojilerini konu aldığından Akademice yere göğe sığdırılamamıştı. Bu ödülü alması beklenen Avatar’la James Cameron geceden eli boş dönmüştü (hem film, hem yönetmen dalında, senaryo dalına aday gösterilmemişti zaten). Halbuki Avatar ödülü daha çok hak etmekteydi. Ama neden ödül ona gitmemeliydi? Çünkü The Hurt Locker’ın aksine Amerika’yı emperyalist, işgalci, gözünü para bürümüş, para uğruna katliam yapacak kadar canileşmiş bir ülke olarak yansıtıyordu. Finalde gezegeni bir Amerikalı’ya kurtarttırmaksa Cameron’ın az çakal olmadığının göstergesiydi (evet, biz şerefsiz, caniyiz, emperyalistiz ama kurtuluşunuz da bizim elimizde demeye getiriyordu Cameron). A Serious Man, District 9 ödüllendirilebilecek filmlerdendi. Ama Akademi tekrar Coenler’i ve bilim-kurguyu es geçmişti.

2011-The King’s Speech:
Yıl 2011 olmuş, hala kostümlü dramlar ödüllendirilmekte. Akademi’nin kostümlü dram aşkının bitmediğinin göstergesiydi bu zafer(!). Halbuki bu filmden daha kaliteli filmler vardı adaylar arasında: Aronofsky’nin Black Swan’ı, Coenler’in True Grit’i, Debra Granik’in Winter’s Bone’u, Christopher Nolan’ın Inception’ı. Çoğu kişi için ödül Inception’a gitmeliydi. Bense ödülün Black Swan’a gitmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Öyle ya da böyle The King’s Speech ödülü bu filmler kadar hak etmiyordu.

2012- -:
Ödül büyük ihtimal The Artist’e gidecek. Gene yanlış bir karar ama The Artist ödül sezonunda ödülleri silip süpürdüğü için Akademi sürpriz yapmaya cesaret edemeyecektir. Bana göre bu sene ödülü The Artist’ten daha çok hak eden filmler arasında The Tree of Life, The Descendants, Hugo ve Moneyball bulunmakta. Bunlardan The Descendants’ın ödüle ulaşmasını daha çok isterdim. Tabi Hugo da olabilirdi. Sinemaya saygı duyuruşunda bulunuyorum ayağına Hollywood’a yaltaklanan The Artist’e karşın Hugo gerçekten de sinemaya saygı duruşunda bulunuyordu.

Yorum Gönderin