Altered Carbon: Blade Runner’ın İzinde

House of Cards, The Crown, Dark, Erased ve daha pek çok dizisiyle fırtına gibi esen Netflix’in yeni Amerikan dizisi Altered Carbon iki gün önce yayınlandı. Bilimkurgu türündeki dizi, Richard Morgan’ın ödüllü romanından Shutter Island, Terminator: Genisys filmlerinin senaristi Laeta Kalogridis’in başını çektiği senaryo grubunca kaleme alındı. Game of Thrones‘un yönetmenlerinden Miguel Sapochnik pilot bölümü çekmiş. Joel Kinnaman’la Martha Higareda’nın başrollerini üstlendikleri dizi günümüzden 250 yıl sonrasında geçip bilincin bedenden bedene aktarılmasını, insanoğlunun hayali olan ölümsüzlüğe kavuşmasını polisiye bir öykü eşliğinde anlatıyor. IMDb’den şak diye bulunacak bu giriş bölümünden sonra gelelim dizinin kalitesine. Dizi sürükleyici, lakin sorunları da yok değil.

(Bundan sonrası spoiler içerir.)

Altered Carbon‘daki gelecek oluşturulurken Blade Runner‘ın etinden sütünden yararlanıldığı belli oluyor. Her yerin reklamlarla kaplı oluşu, güneşin dünyaya ulaşamaması, dolayısıyla dünyaya sürekli karanlık bir atmosferin hâkim oluşu, yağmurlu hava… Blade Runner‘ı hatırlamamak zor. Dizi ekibi cyberpunk türünün hakkını görsel olarak verebilmişler. Altered Carbon‘un efektlerini hazırlayanların haklarını teslim etmek gerek. Görsellik, efektler kusursuz. Görüntü yönetmenleri Martin Ahlgren ve Neville Kidd de oldukça iyi bir iş çıkarmışlar. Set tasarımı ve ışık kullanımı da bir o kadar iyi. Oyunculuklarda da pek sorun yok. Yönetmenlik de iyi. Dövüş sahneleri iyi bir kurguyla heyecanlı hale getirilebilmiş. Tabii dövüş sahnelerinde sıklıkla slow motion kullanılmış olması sahnelerdeki heyecanı azaltmıyor değil. Flashback kullanımı ise dizinin sürükleyiciliğini artırmış. On bölüme yayılmış flashbacklerle hem Kovacs’ın (Kinnaman), hem de polis Ortega’nın (Higareda) geçmişleri anlatılıyor. Bu flashbacklerde Kovacs’ın çok sevdiği kız kardeşi Rei’yle (Dichen Lachman) ilişkisinin ve Kovacs’ı ilk bedeninin ölümüne götüren süreçlerin işlenişi fena değil. Senaryonun artısı polisiye öykünün gizemi, yani “katil kim ve cinayetin nedeni ne?” sorularının yanıtlarının son bölümlere dek korunabilmesi, bu konuda pek açık verilmemesi.

Öte yandan dönem ölümün yenildiği, ölümsüzlüğün keşfedildiği, farklı bedenlerle sonsuza dek yaşanabildiği bir dönem ve senaristler de ölümü ve ölümsüzlüğü, beden değişimini dini ve ekonomik açıdan fena olmayan bir şekilde işlemeyi başarıyor. Fena değil dememin nedeniyse yıllardır vampir filmlerinde ölümsüzlükten sızlanan vampirler gibi bir ana karakter yaratılmış olması. Kovacs’ın bıkkınlığı, ölümsüzlüğü istememesi, tam tersi bedenini öldürmek istemesi bilhassa vampirli film ve dizilerde sıklıkla karşılaştığımız bir portre. Hatta genel olarak Kovacs klişe bir karakter. On bölümde defalarca kez bıçaklanması, işkence görmesine rağmen sonraki gün soruşturmasına kaldığı yerden devam edebilmesi, bıkkınlığı, askeri yeteneklerinin -hatta en yetenekli kişi- olması gibi türlü klişelerle donatılmış. Ölümsüzlüğe dönersem… Nedense senaristler ölümsüzlüğü beklediğim kadar kurcalamamışlar. Özellikle sosyolojik açıdan derinleştirilmiyor bu mevzu. Dini açıdan Ortega’nın ailesinin toplandığı bir sahnede bir tartışmayla irdeleniyor ölümsüzlük, sonra bu açıdan bahsi geçmiyor. Ekonomik açıdansa yüzeysel bir şekilde işlenmiş (gene de kadınların yeni bedende hayatlarına devam etme umuduyla seks işçisi haline getirilmeleri gibi iyi fikirler mevcut). Halbuki on bölümde daha derin işlenebilirdi konu. Öte yandan dış ses için yazılmış replikler etkileyici. Oteldeki yapay zekanın (Chris Conner) adının Edgar Allan Poe’nun Poe’su olması ve tabelanın üstünde karganın durması ayrıntısı da güzeldi.

Gelelim sorunlara… Duygusallığa fazlasıyla prim verilmiş. Öyle ki sezon finalinde ajitasyonun cılkı çıkarılıyor. Kovacs’la Rei arasındaki sevgi veya Kovacs’ın klişelerden kurtulamayan tek gerçek aşkı işlenirken ajitasyona kaçmadan edememişler. Ajitasyonun bolluğu diziyi zaman zaman çekilmez kılabiliyor. Bundan kötüsü ise Brezilya dizileri klişelerine yer verilmesi. Kovacs elinde olmayan sebeplerle Rei’yi terk ettiğinde Rei’nin dünyanın sayılı zenginlerinden olup Adolf Hitler kadar acımasız birisine dönüşmesi, Kovacs’a yaklaşan dişi sineği dahi öldürecek manyaklıkta olması ve kıskançlığı diziyi pembe dizilere adım adım yaklaştırıyor. İlk dokuz bölüm sürükleyici olup eksikleri göze aşırı batmasa da son bölümde çıta alabildiğine düşürülmüş, neredeyse her sahne Hollywood filmlerinin en kötü klişeleriyle donatılmış. Örnek verelim: Dokuz bölüm boyunca alt edilemeyen Tadao’nun (Kai Bradbury) kısa bir dövüşten sonra Ortega tarafından öldürülmesi, Rei’nin Kovacs’ın arkadaşlarını sırf gerilim uzasın, bölüm hemen bitmesin diye bir türlü öldürmemesi, son anda yetişen kurtarıcı klişesi ve daha nicesi… Bölümün sonlarına doğru Bancroft (James Purefoy) cinayetinin çözümlendiği sahnenin müsamereden farksız olması ve bu sahnenin her açıdan dökülmesi de bölümü berbatlaştıran nedenlerden.

Diğer sorunsa insanlığın yıldızlara açıldığı belirtilmesine rağmen diğer dünyalar hakkında şifa niyetine bir adet bilginin dahi verilmemesi. Zengin elit kesim olan Meth’lere tanrı muamelesi yapılmasının ve dokunmaz olmalarının nedenleri de açıklanmıyor. Dünyayı görsel olarak iyi tasarlamışlar ama diyaloglar arasında şehirlerle ilgili bilgilere yer vermemişler. “Diğer ülkelere ne olmuş, dizinin geçtiği ülke nasıl yönetiliyor, diğer şehirlerde neler oluyor?” gibi sorulara yanıt yok. Ayrıca Kovacs’ın 250 yıl sonra yeni bedende uyanıp hemen dünyaya uyum sağlamasını da eksiler arasına dahil edebilirim.

Dizinin bölüm adlarına bakarsanız sinema tarihinin en ünlü kara filmlerinin adlarının kullanıldığını görmeniz mümkün (örnek: Clash by Night, In a Lonely Place, The Killers). Ama senarist grubu sadece adları kullanıp bu filmlere selam çakmıyorlar. Filmlerin konularından da esinlenilmiş. Dizinin film noir türünün trüklerini sıkça kullandığı da gözden kaçmıyor. Kovacs’ın yağmurlu, puslu, karanlık şehirdeki yalnızlığı, femme fataleden (Rei) zarar görmesi, fettan kadının kıskançlığı ve elini kana bulamaktan çekinmemesi gibi film noir trükleri sıkça kullanılıyor. Velhasıl dizinin ilk sezonunun dokuz bölümü sürükleyici, gizem son iki bölüme dek korunabiliyor, polisiye tarafı fena işlenmiyor, görsellik Blade Runner‘dan alınsa da başarılı. Lakin ölümsüzlük ve beden değişimi konularının hakkı tam anlamıyla verilemiyor, zaman zaman pembe dizi ucuzluğuna kadar düşebiliyor, son bölümüyle Hollywood’un 2. sınıf aksiyon filmlerinin tüm klişeleri boca ediliyor, film noirlerden de sıklıkla yararlanılıyor, bazı sorulara yanıt verilemiyor. On bölüm sürmese daha iyi olabilirmiş, ama bu da zaten Netflix’in genel problemi. Netflix diğer dizilerini de 10-13 bölüme uzatarak vasatlaştırıyor. Altered Carbon‘ın iyi fikirleri, ayrıntıları mevcut, görselliği çarpıcı ama belirttiğim nedenlerden ötürü dizi çok iyi olamıyor.

Yorum Gönderin