Geçen yıl Macbeth‘te ilk kez birbirleriyle çalışan yönetmen Justin Kurzel ve oyuncular Michael Fassbender’la Marion Cotillard bu filmden kısa bir süre sonra Assassin’s Creed uyarlaması için biraraya geldiler. Karışık eleştiriler alan, mükemmel bir film beklendiğinden olsa gerek çoğunluğu hayal kırıklığına uğratan Macbeth‘i -filmi başarısız bulmadığımı belirtmeliyim- takip eden Assassin’s Creed, Macbeth‘ten daha kötü eleştiriler aldı. Çok satan, çok oynanan, çok da sevilen aynı adlı oyundan uyarlanan filmin oyunun müptelalarını tatmin etmesi zor gibi gözüküyor. Ne yazık ki Assassin’s Creed de iyi oyunlardan uyarlanan kötü filmler kervanına katılıyor.
Hollywood edebiyattan beslendiği kadar oyunlardan da besleniyor ve çok satan oyunları sinemaya sürekli taşıyor ama bir kez bile ortaya etkileyici bir uyarlama koyamadı. Jake Gyllenhaal’lı Prince of Persia‘dan Need for Speed‘e, Warcraft‘a, Doom‘a, Street Fighter‘a, Max Payne‘e kadar pek çok uyarlama vasata bile erişemedi. Bu yıl büyük bütçeli Warcraft epey kötü eleştiriler alıp ABD gişelerinde iki seksen yattıktan sonra (Çin sayesinde kâra girebildi) Assassin’s Creed‘in ne yapacağı merak edilmeye başlanmıştı. Ne yazık ki film dendiği gibi kötü. Olumlu taraflarına bakarsak… Jed Kurzel, Macbeth‘in ardından bir kez daha kaliteli bir soundtrack hazırlamış. Müzikler filmin güçlü taraflarından ve kaçma kovalamaca-dövüş-atlı takip sahnelerinin heyecanını yükseltmiş. Öte yandan görüntü yönetmeni Adam Arkapaw da bir kez daha iyi bir işe imzasını atmış. Özellikle Endülüs zamanında geçen sahnelerde görüntü yönetmenliği daha başarılı ama 3D’nin Arkapaw’un işini baltaladığını da söylemek mümkün. Filmin güçlü tarafları arasında dövüş sahneleri de yer alıyor. Takip sahneleri de (damdan dama, çatıdan çatıya atlama, atlı takip sahneleri vs) iyi çekilmiş.
Lakin üç senaristin kaleme aldığı senaryoya vasat bile demek mümkün değil. Bütün oyun uyarlamalarında ve çoğu aksiyon filminde olduğu gibi karakterler bir kez daha karikatür düzeyinde kalmış. Filmin merkezindeki Cal’ın çocukluğuna ve ailesine kısa bir süre değiniliyor. Dolayısıyla Cal’la ve ailesiyle ilgili bir fikrimiz oluyor ama yetişkinliğiyle ilgili hiçbir şey söylenmiyor. Neden hapse düşüp idama mahkum edildiği, malum trajediden sonra neler yaşadığı bırakın gösterilmeyi bir diyalogda bile ifade edilmiyor. Aynı yüzeysellik Aguilar’da da mevcut. Aksiyondan aksiyona atlayan Aguilar’ı derinleştirmeye fırsat bulamamışlar. Keza filmin üçüncü karakteri Sofia’yı da tanıyamıyoruz. Moussa, Aguilar’ın silah arkadaşı Maria, Cal’ın babası Joseph, Sofia’nın babası Rikkin de kötü yazılmış karakterler. Michael Fassbender aksiyon sahnelerinin altından kalkmış, rolde sırıtmamış ama daha fazlasını beklememek gerek. Brendan Gleeson 3 dakikalık sahnesinde bile etkilemeyi başarıyor. Jeremy Irons ve Charlotte Rampling de kısa bir süre görünüyorlar. Marion Cotillard ise Sofia’yı duygusal bir tonda oynama hatasına düşmüş, ne yazık ki Sofia’nın gücünü yansıtamamış. Halbuki önceki büyük bütçeli filmi Allied‘ta oldukça iyi oynamıştı. Maria’yı oynayan Ariane Labed’se vasat rolüne rağmen Cotillard’tan daha iyi bir iş çıkarmış.
Gelelim öyküye. Tapınakçılar ve suikastçılar film boyunca elmayı ararlar ama senaristler bu elmayla ilgili pek bir şey söylemeye yeltenmiyorlar. Haliyle bu arayış, bu mücadele (Tapınakçılar vs suikastçılar) izleyici için bir türlü önemli bir noktaya oturmuyor. Aslında elmanın oyunda önemi büyük, elmayı bulmak da kolay değil ama filmde 15 dakikada bulunmasını geçelim, önemine (başlangıçta çok büyük bir silah olduğu söylenen bu elma ne işe yarar, kim yapmış bu elmayı, niye yapmış?) dair bir şeylerin söylenmemesi asıl sorun. Elma mevzusu hiç önemsenmemiş. Öte yandan filmin göze batan diğer tarafı da tapınakçıların suikastçıları alıkoyduğu mekân. Bu mekânda suikastçıların rahat rahat dolaşmaları, hepsinin çok iyi dövüşçüler oldukları bilindiği halde birarada tutulmaları göze batıyor (haliyle suikastçılar rahatlıkla örgütleniyorlar). Bu durum epey güçlü oldukları söylenen tapınakçıların gücüne zeval getiriyor. Tapınakçıların herkesin gözü önünde, Londra’nın merkezinde, az sayıdaki korumayla toplantı yapmaları da komikti. Bu sahnelerdeki yönetmenlik epey kötüydü. Düşününce mantıksız pek çok sahne bulunabilir. Ama en mantıksız sahne bu Londra sahnesiydi.
Aslında oyunun metni kuvvetli. Yani stüdyo bu projeyi daha fazla önemseseydi ortaya iyi bir uyarlama koyabilirdi. Ortada pek çok güçlü, heyecanlı ve iyi yazılmış olay içeren oyun ve roman serilerinden oluşan koca bir seri var. Bu kadar materyalden iyi bir film çıkartılmalıydı. Ama gene olmadı, gene kötü bir oyun uyarlaması yapıldı. Seyri keyifli bir film, dövüş sahneleri de iyi ama geriye kalan çoğu şey dökülüyor. Olur da ilk film kâra girer ve ikinci film onaylanırsa umarız senaryoyu daha iyi senaristlere yazdırırlar. Özetle Justin Kurzel ilk büyük bütçeli filminde vasata bile erişemedi, oyun uyarlamalarının laneti bitirilemedi.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.