Barry Lyndon

Bakınız için yazan: Seyhun Orcan Sakallı

Stanley Kubrick, 1970li yılların ortalarına gelindiğinde, belki de sinema tarihinde hiçbir yönetmenin daha önce elde etmemiş olduğu bir pozisyona sahipti. Son 3 filmi – Dr. Strangelove, 2001: A Space Oddyssey ve Clockwork Orange – dünya çapında farklı şekillerde sükse yapmış; Kubrick hepsi ile En İyi Yönetmen dalında Oscar’a aday gösterilmiş ve auteur yönetmen olarak kendi pozisyonunu sağlamlaştırmıştı.Bu filmleri, tarihi bir film olan Barry Lyndon takip etti. Gösterime girdiğinde ne beklenen ticari başarıyı elde edebildi, ne de eleştirmenlerden yeterince iyi tepki alabildi. Yıllar boyunca, Kubrick’in şaheserleri arasında gizli bir yıldız olarak kaldı. Son yıllarda, yalnızca Kubrick’in en iyi filmlerinden biri sayılmakla kalmayıp, sinema tarihinde de hak ettiği yeri bulmaya başladı. 1999da Time dergisinin düzenlediği ankette en iyi ilk 100 film arasında, 2001de Sight & Sound dergisinin düzenlediği film eleştirmenleri anketinde 27. sırada kendine yer buldu.

barry-lyndon-001.jpg

Peki, Barry Lyndon öncesinde neler olmuştu? Stanley Kubrick’in, 2001’in başarısının ardından gerçekleştirmek istediği tarihi filmi Napoleon Bonaparte üzerine olan projesi ölü doğmuştu. Kubrick, ünlü fransız imparatoru hakkında kapsamlı bir araştırma yapmış, senaryo taslağı hazırlamıştı. Filmini imparatorun hayatında önemli rol oynamış gerçek mekânlarda çekmek istiyordu. Fakat gerçek mekân çekimlerinin pahalıya mal olması, aynı dönemde Batı’da Sergei Bondarchuk’un, Tolstoy’un Savaş ve Barış romanından uyarladığı epik filmin gösterime girmesi, bir de Bondarchuk’un Napoleon temalı filmi Waterloo’nun ticari başarısızlığı bu filmin çekilmesini engelledi. Kubrick, bu projeyi rafa kaldırdı ve Clockwork Orange’a yöneldi. (Görünen o ki, bu film Stanley Kubrick’in gönlünde ukde olarak kaldı, 1987 senesine gelindiğinde, hala bu projeden vazgeçmemiş, o sürece kadar bu tarihi figür üzerine yaklaşık 500 kitap okumuş olduğunu belirtmişti.)

Filmlerinin hikâyelerini çoğunlukla edebiyattan alan Kubrick, Clockwork Orange’ın ardından, William Makepeace Thackeray’in Vanity Fair eserini beyazperdeye taşımaya heveslendi, lakin filmleri genelde iki, iki buçuk saati aşan Kubrick’in hikâyenin uzunmetraj filme bile sıkıştırılamaz olduğunu düşünmesi üzerine bu fikri terk edip, aynı yazarın The Luck of Barry Lyndon eserini uyarlamaya karar verdi. (Thackeray demişken, bir parantez daha açalım, Roland Barthes kendisini André Téchiné’nin Brontë Kız Kardeşler – Les Brontë Souers filminde canlandırmıştı.)

“… Barry Lyndon’u okur okumaz, hakkında oldukça heyecanlandım. Hikâyeyi ve karakterleri sevdim ve bana süreç [uyarlama süreci] içerisinde [hikâyeye] zarar vermeden romandan filme aktarılabilir geldi. Bir de, sinemanın diğer sanat biçimlerine göre daha iyi yapabildiği bir olanağı sunuyordu; tarihi bir konuyu sunmak.”

Eser ilk olarak süreli yayın biçiminde 1844te yazılmış ve yayımlanmıştı. Bir irlandalının ingiliz aristokrasisindeki yükseliş çabasını anlatan hikâye birinci şahıs gözüyle, yani Barry Lyndon’un ağzından kaleme alınmıştı. George Savage FitzBoodle adındaki bir kurmaca karakter ise anlatıya editör sıfatıyla müdahil durumdaydı. [Thackeray’nin sonraki müstear versiyonunda, Barry Lyndon’un narsist maskesini düşüren FitzBoodle karakteri çıkarılacaktı.] Bu pikaresk romanın temelindeki anlatı, Barry Lyndon tarafından hapishanede geçen hayatının son günlerinde kaleme alınmış olması ve anlatıcının güvenilmezliğiydi. FitzBoodle’ın sayfa sonundaki dipnotlarında Barry Lyndon’un yazdıklarındaki çelişkilerle ortaya konmaktaydı ve okuyucu, okuma sürecinde anlatılanın gerçekliğini sorgulanmaya itiliyordu.

Fakat Kubrick, birinci şahıs gözünden anlatımın, hikayenin filme adaptasyonuna uygun olmadığını düşünüyordu:

“Ben, Thackeray’in Redmond Barry’yi kendi hikâyesini kasıtlı bir şekilde çarpıtarak anlattırdığına inanıyorum çünkü böylece onu daha ilgi çekici kılacaktı. Her şeye hâkim bir aktarıcı yerine, Thackeray mükemmel olmayan gözlemciyi kullandı ve belki de dürüst olmayan gözlemci demek daha uygun olur; böylece okuyucuya birazcık güçlük çıkararak, Redmond Barry’nin kendi yaşamı hakkındaki görüşlerindeki olası gerçeği sorgulamalarına izin veriyordu. Bu teknik romanda aşırı derecede etkili olmuştu fakat tabii ki, bir filmde durmaksızın karşınızda objektif bir gerçeklik vardır, bu nedenle Thackeray’in birinci şahıs hikâye anlatıcısının etkisi ekranda tekrar edilemezdi.”

Ve böylece Kubrick, Thackeray’in aksine Barry Lyndon’ın hikâyesini objektif bir şekilde aktarmaya karar verdi. Film boyunca, her şeyi bilen fakat tamamen da yansız olmayan bir anlatıcı dışses, üçüncü tekil şahıs gözünden hikâyeyi aktaracaktı. Bu perspektifteki değişiklik, hikayenin tonunu da etkiliyordu. Anlatıcı dışses, hikâyenin kimi yerlerinde, dramatik önem arz etmeyen kısımların daha hızlı bir şekilde anlatılmasını sağlıyor iken, kimi yerlerde ise ardından gelecek sahnenin dramatik etkisini artırmaya yarıyordu. Örneğin, Barry’nin Chevalier de Balibari’ye yapacağı itirafın öncesinde, vatan hasreti ve kendi dilini konuşan birine duyduğu hasretin ifşaası.

Bir romanı sinemaya uyarlamak sadece hikâyenin anlatılış şeklinde değil, görselleştirilmesi konusunda da uyarlayana meydan okur. Özellikle, hikaye geçmişte geçiyor ise sinematografiye farklı bir görev düşmektedir. Sam Mendes, Revolutionary Road filmi için yapması gerektiği benzer tercih hakkında şöyle diyor: “Çoğumuz için, filmlerdeki dönem tasarımın en büyük sorunlarından biri, bir şeyin 30larda ya da 50lerde nasıl gözüktüğü hakkındaki algımız aslında bize başka filmlerde gördüklerimizdendir. Bence 50lerin diğer filmlerdeki bazı [referans] materyalleri kırmak [çözmek] çok önemliydi.” Fakat, Barry Lyndon’un hikayesi, sinemanın varolmadığı bir çağda geçiyordu. Stanley Kubrick ise, bu tarihsel materyali görselleştirme noktasında, hikayenin geçtiği dönemin ressamlarını referans aldı.

barry-lyndon-002.jpg

queen-square-of-dayes.jpg

Hemen her Kubrick filmi, teknik konusunda büyük bir yenilik içerir – 2001’deki devrim niteliğindeki görsel efektler, Shining’de Steadicam ustalığı. Barry Lyndon’da ise, Kubrick ve görüntü yönetmeni John Alcott kendilerine, mümkün olduğunca çok sekansı elektrikle ışıklandırma yapmadan çekme görevini biçtiler. Bu karar, birçok iç sahnenin sadece mum ışığıyla, hatta kimi sahnelerin sadece 10 mumun ışığıyla çekilmesi anlamına geliyordu ki fotoğraf için bile oldukça güç olan bu durum, hareketli görüntülerin yakalamasını daha da güçleştiriyordu. İkili, aylar boyunca farklı lensler ve peliküllerle denemeler yaptılar, en sonunda Zeiss tarafından Nasa’nın Apollo mekiğinin aya inişi için hazırladığı lens ile çözüme ulaştılar. Yüksek enstantene değeri ve sabit odak uzaklığı olan bu lensler, ikilinin elektrik öncesinde mum ışığı ile aydınlanmış parıltısına ulaşmalarını, böylece Thackeray’in hayran olduğu Hogarth tablolarının estetiğini yakalamalarını sağladı.

barry-lyndon-003.jpg

Bazı sahnelerde ise, elektrikli ışık sistemleri kullanılsa bile, bu ışık sanki doğal ışık kaynağından geliyormuşçasına, pencerelerin arkasına yerleştirilerek kullanıldı.

barry-lyndon-004.jpg

Gelelim, Redmond Barry’nin başından geçenlere. Film birincisi “By What Means Redmond Barry Aquired the Style and the Title of Barry Lyndon / Redmond Barry, Barry Lyndon Ünvanını Nasıl Kazandı”, ikincisi “Containing an Account of the Misfortunes and Disasters which Befell Barry Lyndon / Barry Lyndon’un Başına Gelen Talihsizlikler ve Felaketler” olmak üzere iki bölümden oluşmakta. Bölümlerin adından anlaşılacağı gibi film herhangi bir soyluluğu olmayan Redmond Barry’nin, yükselerek Barry Lyndon adını alışını, bunu takiben başından geçen olaylar ve düşüşünü anlatıyor.

Film bir anlamda nasıl başladıysa öyle bitiyor. Redmond Barry, kendisini Barry Lyndon yapan yola bir düello sonucunda atılıyor, aynı şekilde çöküşüne giden son yolculuğa da bir düello neden oluyor. Kitapta mevcut olmayan bu düello sahnesini Kubrick ekliyor, hem temasal bütünlüğü sağlamak, hem de hikayenin bu uzun bölümünü kısaltıp basitleştirmek için. Filmin evreninde, düello olaylardaki kırılmayı sağlayan, kaderin parmağına benzer bir rol oynuyor. Açılış sahnesinde Redmond’un babası, ünlü ve başarılı bir avukat olabilecekken, toprak alım-satımındaki bir anlaşamazlık sonucunda karıştığı düelloda ölüyor. Yetim kalan Redmond’u amcası himayesine alıyor, lakin biraz da kuzeni Nora’nın baştan çıkarması sonucu, Redmond ilk aşkı tadıyor. Bu dönemde, Avrupa’da Yedi Yıl Savaşları patlak veriyor, yerel zenginler piyade birlikleri toplayarak Kral’ın hizmetine sunuyorlar. Yaşadıkları kasabaya gelen alayın kumandanı Yüzbaşı John Quinn, kuzeni Nora’yla evlenmek isteyince, yaşadığı hayal kırıklığı ile Redmond, Quinn ile doğduğu toprakları terketmesine neden olan düelloya tutuşuyor.

Peki nedir bu düelloya tutuşmak geleneği diyenler için bir parantez açalım. O dönemin Avrupa toplumlarında, aşağılanmanın sonucunda, bir erkek kendi onurunu kurtarabilmek için, ya karşısındakini daha fazla lekelemeli – karşısındakine daha fazla hakaret etmeli ya da satisfaction yani doyum, hoşnutluk, tatmin talep etmeliydi. Burdaki tatminden kasıt ise zedelenen onurunun onarılması idi. Dilimize, düelloya çağırmak şeklinde, olayın adı ile anılan durum, aslında bu satisfaction talebiydi.

Düello’da Quinn’i öldürdüğünü zanneden Redmond -amcası ve ailesinin kendisine oynadığı oyunu sonradan öğrenecektir – ömrü boyunca süreceğini bilmediği bir sürgün hayatına atılıyor böylece. Dublin’e saklanmak üzere giderken, dönemin ünlü hırsızları Captain Feeney ve oğlu Seamus’a ayağındaki botu olmasa da, annesinin verdiği 20 gine ve atı kaptırıyor. Böylece onu Barry Lyndon olmaya sürükleyecek yolda sürüklenmeye başlıyor. Başka bir kurtuluşu kalmadığı için kendisini İngiliz Kraliyet Ordusu’na yazılmış buluyor. Dostu Captain Grogan’ın ölmesi üzerine ordu yaşamının kendisine uymadığına karar verip, ordudan kaçmaya yelteniyor. Yangından kaçarken doluya tutuluyor Redmond. Yedi Yıl Savaşları’nda İngiltere’nin müttefiki olan -dönemin en katı disiplinli ordusu olan Prusya Ordusu’nun subaylarından biri tarafından asker kaçağı olduğu anlaşılıyor. Kendisine iki teklif sunuluyor: ya cezalandırılmak ya da Prusya Ordusu’na katılmak. Burada, dalaverenin her türlüsünü öğrenen Redmond, disiplinsizliğine rağmen cesaretiyle önplana çıkıyor ve Yedi Yıl Savaşları’nın bitiminde kendini, Prusya Güvenlik Bakanı’nın karşısında buluyor. Ona kendini Chevalier de Barbari olarak tanıtan kumar oynatıcısının ingiliz ajanı olup olmadığını öğrenmek görevi veriliyor. Chevalier de Barbari’nin karşısına çıktığı an ise, uzun zamandır vatan hasreti çeken Redmond durumu ona itiraf ediyor ve onun koruması altına gidiyor. Sonrasında, güvenlik bakanına sunduğu yanlış olmayan ama etkisiz olan bilgilerle, Şövalye’nin niyetlerinin üstünü örtüyor ve onu koruyor, ta ki Şövalye hakkında sınırdışı edilme kararı – yani Barry’nin kurtuluş bileti – çıkana kadar. Bu sınırdışı edilmenin nedeni ise, Şövalye’nin Prusya Prensi’ni borçlarından dolayı düello’ya çağırmak istemesi.

Peki bütün bu hikayeyi -ki filmin bütününe bakılırsa küçük bir kısmı-, daha önce izlememiş bir kişiye fazla ayrıntılı gelebilecek bir şekilde neden anlattık? Çünkü, bir düellodan diğerine sürüklendiği bu süreçte, bir zamanlar Nora’ya aşık olan genç ve saf Redmond, yaşadıklarının etkisiyle büyük bir değişimden geçiyor ve içindeki romantizm ölüyor ve fırsatçı birine dönüşüyor. Bu dönüşüm, Redmond Barry’nin, ölmesi beklenen Sir Charles Lyndon’un genç ve güzel eşi Countess of Lyndon’ı baştan çıkarıp, ölümünden sonra kendisiyle evlenerek, Lyndon’un yerine geçmek istemesine neden oluyor.

barry-lyndon-005.jpg

Aşk, Lady Lyndon’un gözünü kör ediyor, fakat oğlu ve Sir Charles Lydon’ın varisi olan Lord Bullingdon’un gözünden, Barry’nin niyetleri kaçamıyor. Düğünün sonrasında, atlı arabayla malikanelerine dönerken eğitmeni olan Papaz Runt, mutsuzluğu belli olan genç Bullingdon’a “anneniz evlendiği için mutlu olmalı değil misiniz?” diye soruyor ve şu cevabı alıyor:

Not in this way,
Not in such haste,
And certainly not to this man.

/ Bu şekilde değil,
Böylesi aceleyle değil,
Ve kesinlikle bu adama değil.

Barry Lyndon ise, amacına artık ulaştığı için, karısından hızla soğuyor; zevk ve sefa alemlerine kendini bırakıyor. Buna rağmen evlendikten bir yıl sonra, Lady Lyndon, Bryan adında bir erkek evlat dünyaya getiriyor. Bütün bu süreç, Lady Lyndon’u esef içerisinde çocuklarının bakımıyla uğraşmaktan başka bir seçenek bırakmıyor. Olanlar, annesine oldukça düşkün genç Lord Bullingdon’un gözünden kaçmıyor; tavırları ve davranışlarını kaba bularak küçümsediği Barry’yi bir baba olarak görmesine ve saygı duymasına engel oluyor.

Lord Bullingdon’un, Barry’ye, Redmond Barry olarak hitap etmesi ile ikili arasında, bir açık savaş niteliğinde başlayan anlaşmazlık, Barry Lyndon’ı kendi mahvına götüren yola girmesine neden oluyor: Bir ünvan sahibi olmak. Lady Lyndon’un ölmesi durumunda, kendisi ve oğlu Bryan’ın geleceğini güvence altına almanın tek yolu olarak, annesi tarafından kendisine öğütlenen bu yolu, Barry hızla tutacak ve kendisine bu ünvanı getirebilecek insanlara parasını ve tüm vaktini adıyor.

barry-lyndon-006.jpg

Barry’nin bu uğurdaki bütün çabaları bir gün, Lyndon’ların düzenledikleri bir partideki müzik dinletisi sırasında, Lord Bullingdon’un ayağında kendi ayakkabıları olan Bryan ile salona elele girmesi ve annesine giderek sarfettiği şu sözlerin ardından gelişecek olaylar vesilesiyle başarısızlıkla sonlanıyor:

Don’t you think he fits my shoes very well your ladyship?
/ Sizce de benim ayakkabılarıma tam oturmadı mı hanımefendi?

Ardından kardeşine dönerek,
Dear child, what a pity it is, I’m not dead for your sake.
/ Sevgili evlat, ne yazık, senin hayrına benim ölmüş olmamam.

Aslında babası Sir Lyndon’un, halefi Redmond Barry’ye söylediklerini [“he wants to step into my shoes” yani “benim yerime geçmek istiyor”], topluluğun önünde üvey babasına hakaret ederek tekrarlıyor ve ikilinin arasında gerçekleşecek filmin son düellosunun tohumlarını atıyor.
Bu noktada, şimdiye kadar anlattıklarımla eğer sizlerde filmi izleme isteği uyandırabildiysem, devam ederek, [daha önce izlememiş iseniz] izlerken alacağınız zevki azaltmamak adına Barry’nin başından geçenlerin öyküsünü [en azından bazı temalara hiç değinmemiş olarak] bir kenara bırakmayı uygun görüyorum.

En İyi Görüntü Yönetmenliği, En iyi Sanat Yönetmenliği, En İyi Kostüm Tasarım ve En İyi Müzik olarak dört dalda Oskar ödülü alarak, Stanley Kubrick’in en çok Oskar heykelciği kazanan eseri olan Barry Lyndon’dan bahsederken, hakkını vererek ödül aldığı bu meziyetlerinden bahsetmeden olmaz. Mekân ve kostümler konusunda mükemmele varan seçimler ile Kubrick’in bizi yolculuğa çıkarmak istediği 18. yüzyıla dair, böylesine gerçeklik illüzyonu sağlamak takdire şayan bir çabanın ürünü. Diğer yandan, kimi sahnelerde [örneğin, yukarıda resmini gördüğünüz, Lady Lyndon’un, Redmond tarafından baştan çıkarıldığı sahne] bir sessiz filme dönüşen Barry Lyndon’da, müzik sessiz sinemada olduğu gibi sanki filmin ikinci derisi haline dönüşmekte. Beni bu konuda en çok çarpan ise, filmde kullanılan müziklerin hiçbirinin film için bestelenmiş olmaması; Bach’ten Shiller’e, Vivaldi’den Mozart’a, Shubert’e birçok sanatçının elinden çıkmış parçaların filmin içerisinde, anlatının tonuna göre yer yer farklı versiyonlarıyla tekrar tekrar karşımıza çıkarak bir bütün oluşturması.

Barry Lyndon ile En İyi Müzik dalında Oscar alan Leonard Rosenman’ın, film ve Kubrick hakkında yıllar sonra yaptığı hafif acı açıklamayla yazıyı sonlandıralım:

“Gereksiz şekilde tekrar tekrar çekerdi. Bulana kadar, ne aradığını bilmiyordu sadece. Hala, edindiğim ya da edineceğim en iyi arkadaşlarımdan biridir, kendisine de böyle söyledim. Bu nedenle, arkadaşlığımızın iyiliği için, ikimiz de yaşadığımız süre içerisinde bir daha aynı filmde çalışmamaya karar verdik.”


Yorum Gönderin