Beni yazmaya iten gücün bir şeyleri duyurma veya farkındalık oluşturma motivasyonu olduğu yeni yeni kafama dank ediyor. Değeri bilinmemiş işleri kazıp yer üstüne çıkarmam lazım gibi hissediyorum dostlarım. Geçenlerde para harcayamamaktan dolayı blutv aldım. Sonra Behzat Ç kitlesine bolca hitap eden Bozkır adlı polisiye diziyi izledim.
“Aklımıza yatan kalbimize de iyi gelecek mi?”
Başrollerde, az ve öz işlerde oynayan klasik, çatapat polis Ekin Koç’a, yaşlanmanın pek bir yakıştığı Yiğit Özşener “Amirinin” eşlik ettiğini görüyoruz. Diziyi Ekin Koç’un masalımsı voiceover’ıyla izliyoruz bir yere kadar. 10 bölümlük “Kim lan bu çocuk katili?” maceramız böylece başlıyor. Kalitesini anlamak için Youtube’dan ilk bölümü izleseniz de anlarsınız gerçi bir şeyler. Ben de öyle yaptım. “Alef’ten daha iyi he bu!” diye koydum önyargıyı. Alef’le sonra kıyaslarız.
Gelelim oyunculuklara;
Herkes döktürüyor, diziye oyuncu seçerken İnstagram takipçi sayısı değil role yetkinliği göz önünde bulundurulmuş. Ekşi’ye falan bakarsanız herkesin spesifik olarak beğendiği bir karakter vardır. Benimki ise müdür oldu. Gerçi, karakter analizleri derince yapılınca oyuncuları beğenmek zaten zevk işi… Karikatür karakterler koymamaya özen gösterilmiş.
“Hakkın yerini bulduğu nasıl ölçülür ki? Aklımıza yatan kalbimize de iyi gelecek mi? Boş ver be Nuri, herkes adaletten konuşuyo, ama haklıyı arayanı değil, bizden taraf olanı adalet sayıyoruz.”
İzlerken bu sorularla birlikte insanları anlamaya çalışıyoruz. Neyin neden olduğunu sorgularken kendimizi bozkırın ortasına katili aramaya çalışırken buluyoruz. Çünkü bu insanları zaten tanıyoruz, otobüste gördük Ziya karakterini. Dilara’yı Jeep’inin içinde, Nihal’i pazarda, Abbas’ı hükümet yancısı müteahhit olarak ve Müdür’ü bizi haklı bir şekilde fırçalayan lise öğretmenimiz olarak gördük. Bu sihrin yolu karakter analizlerinden geçiyor. Kritik soru bu: Senaryonuzu neyin üstüne oturtuyorsunuz?
Dizi mekan olarak Şahsiyet gibi kurgusal, pis gelenekleriyle barışık, kurgusal ama neresi olduğunu bildiğimiz, Ankara’ya yakın, insanları kendisiyle barışamamış küçük bir şehirde geçiyor. Taşra hikayesi denince klişe saz eşliğinde şalvar giymiş dayılar aklınıza gelmesin. Taşranın görüntülerini, samimiyetini, yaşayış tarzını ve bulantılarını nakış nakış izlemeye özen göstermiş. Ekin Koç’un bıyıkları ve Yiğit Özşener’in beyazlamış olgun adam sakalı da yardım ediyor hissiyatımıza. Gerçek problemlerle; Suriyelisi, dolar artışı, Anadolunun LGBTİ tiksintisi gibi iç içe yaşayıp her gün soluduklarımızla boğuşuyoruz bir yandan. Bir yandansa asıl katille… Katili bozkırdaki balinaya benzetmeleri ve Moby Dick göndermelerini kaçırmadım.
“Adalet zamanın kölesidir, sikilir durur!”
Kusurlarını da aradan çıkaralım gelmişken. Dizinin tanıtımı ve etkileyici finali eksik. Tat kaçıran mantık hataları da yok değil, son bölümünde tüm emeği batırayazıyor. Sonraki sezonu hak edecek kadar görmezden gelinebilir olduğunu düşünüyorum. Alef’e konusu itibariyle benziyor. Karşılaştıracak olursak havalı ışık oyunları evet yok, şırıngayla rakı içelim, meyhaneden meyhaneye koşalım, yerli yersiz küfür edelim, karakterler arası dinamiği kolaya kaçıp iletişimsizlikle anlatmaya çalışalım gibileri yok maalesef. Popüler de olmadı bu yüzden. İkinci sezonunun geleceğini sanmıyorum. Ama blutv’ye açık bir mektup yazıp “Yapabiliyorsanız yapın” demek istiyorum.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.