Konu Claude Sautet’nin Cesar et Rosalie’si olunca insan yazıya nasıl başlayacağını bilemiyor. İtiraf edeyim, sıkışıp yurtdışındaki yorumları da okudum ama “İnsanı sürükleyen eşsiz bir romantizm”, “Farklı bir senaryo, usta bir yönetmen” gibi beylik laflardan ilerisini diyememiş kimse. Büyük bir ihtimalle film karşısında hissettiklerini kendilerine saklamak istemişlerdir, bilemiyorum. Ben de yazıya Claude Sautet’in en iyi filmi diyerek başlayabilirdim ama fransız ustanın her filmi iyidir. Yves Montand’ın döktürdüğü bir şaheser diye devam edebilirdim ama “Hangi filminde döktürmedi ki?” diye soruverirler adama.
Romy Schneider’ın eşsiz güzelliği, henüz 19 yaşında dördüncü filminde rol alan Isabelle Huppert’in oyunu, Sami Frey’in Alain Delon’u aratmayan serin ve derin duruşu diye devam etmekten beni alıkoyan da yok ama bir yerler eksik kalıyor böyle beylik girişlerde.
Bu yüzden yazının ilk cümlesi kocaman harflerle iki kelime olmalı sadece… MUTLAKA İZLEYİN!
Peki yazı burada kaldı mı? Devam etmeyecek mi?
Tam da burada devreye hiç de beklenilmedik bir şekilde bir flashback giriyor…
Lise yıllarımız… İyi olan her şeyden nefret ettirmeyi başaran, güzel olanı hayatımıza sokmamayı şiar edinmiş milli eğitim sistemimiz, divan edebiyatını da belli bir kalıp içinde hayatımıza soktu: “Padişahın etrafında kümelenmiş pinpon şairlerin gül, bülbül, karşılıksız aşk ve lale bahçelerindeki gece alemleri üzerine verdikleri eserler”
Edebiyatı ne kadar severseniz sevin, bir de üstüne me-failün, failatün, failünü duymaya başlayınca “Banane sarhoş moruk romantiklerden” diyip koşarak uzaklaşmanız kuvvetle muhtemel. Ama yapmayın! Her edebiyat türüne verdiğiniz kadar bir önemi de divan edebiyatına verin. Bu yazının hayatınıza bir şey katmasını bekliyorsanız, o divan edebiyatı olsun.
Biricik maarifimizi aşıp da edebiyat-ı divanın bir kenarına oturmayı başaranlar, yaşadıkları aşkları en güzel şekilde anlatmayı başaran dil ustalarıyla karşılaşır. Akıllarında birçok dize kalır ve yaşamlarının bir yerinde o dizeler pat diye önlerine düşüverir.
Ben de, Cesar et Rosalie’yi izlerken Fuzulî’nin ünlü dizelerini hatırlamadan edemedim.
Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan, murâdım şem’i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân, deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman, beni bîmar sanmaz mı
Arada binlerce kilometre, yüzlerce yıl olmasına rağmen bir Fransız yönetmenin, bir divan edebiyatı şiirini hatırlatmayı becerebilmesi çok sık rastlanan bir durum değil sanırım.
Durumu usta bir kurgu, sıcak renkler, mükemmel yüz planlarına bağlayıp sinema eleştirmeni ukalalığı yapmak mümkün. Ama bu ukalalıklar Sautet’in film boyunca, boğazınız her düğümlendiğinde yeni bir düğüm daha atabilmesini ve 10 saniye sonra da o düğümü bir kahkahayla çözüvermesini açıklamıyor. Bunu kendiniz yaşayıp görmeniz ve hissetmeniz lazım.
İzlediğinizde film güzel bir şiir gibi aklınızda kalacak ve bir süre ne zaman bir sarı yağmurluk görseniz Rosalie’nin güzelliğini, sinirlenen bir adam görseniz ister istemez Cesar’ı düşüneceksiniz.
Bu yüzden baştaki iki sözcüğü bir kez daha ama bu kez usulca tekrarlayıp yazımızı bitirelim; Mutlaka izleyin…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.