Leyla ile Mecnun dizisinde oyuncu olarak bir fenomene dönüştükten sonra Ali Atay, yönetmenliğe de el atmış ve ilk uzun metrajı olan Limonata filmini çekmişti. Limonata, bir yol filmiydi, yol filmi türü belli başlı klişelere, kalıplara sahip olduğu için ilk işini yapan bir yönetmen için iyi bir tercihti ama yine de senaryodaki kopukluklar dikkat çekiyordu. Örneğin filmin ikinci yarısından sonra, öykü başka bir doğrultuya kayıyor; bu da blok blok yazılmış, kaynaşmamış bir senaryo izlenimi veriyordu.
Ali Atay, ikinci uzun metraj filmi olan Ölümlü Dünya’da ise kendisine bir ekip kurmuş oldu. Bir oyuncu ve senarist olarak Feyyaz Yiğit’in ve senaryo ekibinde yer alan Aziz Kedi’nin katkılarıyla filmin mizahi gücü onun kulaktan kulağa yayılan bir yapım olmasını sağladı. Bunun yanında film, Türkiye’de çok az tercih edilen bir şeyi, aksiyon komedi ya da suç komedisi diyebileceğimiz bir türü deniyordu ve bu açıdan da başarılı bir yapımdı. Guy Ritchie filmlerinin tarzına ve yine bu tarzda bir film olan Kingsman’e öykünmeler açıktı ve İngilizlerle özdeşleştirdiğimiz bu tarz başarılı bir şekilde de yerelleştirilmişti. Bu yerelleştirme filmin Anadolu rock müzik tercihlerinden de, Anadolu Tat 1071 gibi isimlendirmelerden de anlaşılıyordu. Bununla beraber, Ölümlü Dünya’da iç mekan aksiyonları iyi çekilmişti. Belki dış mekanda da kaos durumlarından absürtlük çıkaran kalabalık birkaç aksiyon sahnesi olsa, ortaya çok daha başarılı bir film çıkabilirdi.
Cinayet Süsü ise Ölümlü Dünya neredeyse bazı kesimler tarafından kült bir film olarak anılırken, onun beklentilerinin üstüne geldi. Fragmanlardan anlaşıldığı kadarıyla polisiye bir film gelecekti karşımıza. Bunun yanında da özellikle Feyyaz Yiğit’in ve Cengiz Bozkurt’un performanslarına bol bol yaslanılacaktı. “Ülkemizde köklü bir suç teşkilatı olsa nasıl olur?” diye soran Ölümlü Dünya’dan bir buçuk sene sonra vizyona giren Ali Atay’ın yönettiği bu üçüncü film, “Ülkemizde, cesetlerini boyayıp süsleyerek belli başlı yerlere bırakan bir seri katil olsa, polis teşkilatı nasıl davranır?” diye soruyor. Bu soru bir klişeyi de beraberinde getiriyor: Türkiye’den seri katil çıkar mı?
Hakan Günday’ın kaleme alarak Onur Saylak’ın çektiği Şahsiyet dizisinden çıkardığımız mesaj, Türkiye’den de elbette bir seri katil çıkabileceği, ama çıkarsa bunun politik meselelere temas etmek zorunda olduğuydu. Çünkü biz birçok şeyi gizlemeye çalışan bir toplumduk ve seri cinayetler bunu açığa çıkaran bir fenomen olabilirdi. Cinayet Süsü ise komedi türünde bir gişe filmi olduğu için elbette işin politik kısmına odaklanmıyor ve Türkiye’de bir seri katil olsa, buna alışkın olmayan teşkilatın türlü beceriksizlikler gösterip rezil olacağı şeklinde bir tez sunuyor. Bu tez de zaten filmi bir parodi hâline getiriyor.
“Türkiye’den bilimkurgu çıkar mı”, “Türkiye’den süper kahraman çıkar mı”, “Türkiye’den polisiye çıkar mı” gibi ülkenin yaratıcı potansiyelini yok sayan kabuller, yıllardır konuşulan klişelere dönüşmüş durumda. En azından birkaç derleme edebiyat eserine bakanlar görecektir ki, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de çok iyi öykücüler yaşıyor ve demek ki bu türlerin hepsinde eserler üretilebilir. Bu nedenle polisiye türü de hep konuşulageldiği üzere akılcılığın bütün sisteme sirayet ettiği İngiltere, ABD gibi yerlerden çıkmak zorunda değil.
Cinayet Süsü, en başta “Bizde polisiye olmaz” gibi bir öz güvensizliğin sonucu. “Biz bilimkurgu filmi çekemeyiz, parodisini yaparız” şiarını tutturan Cem Yılmaz gibi, “Biz polisiye yapamayız, parodisini yaparız” mesajını vererek bir klişeyi devam ettiriyor ve aslında kolaya kaçıyor. Yerel motifler, sürekli polisiye-gerilim türüyle karşıtlık hâlinde sunulduğu için komiserin evinde, akşam akşam kalabalık bir şekilde oyun havası oynanabiliyor mesela (ya da başka bir sahnede özel harekat ekipleri, delice kurtlarını döken düğün ahalisine karşı koyamıyor mesela). Oysaki filmin ekibi söyleşilerinde, filmdeki durum komedisinin gerçek olaylardan, yaşanabilir durumlardan çıktığını söylemişti.
Abartı boyutu, gerçekçilik, inandırıcılık kategorilerinden uzaklaştıktan sonra polisiye türünden gittikçe uzaklaşılıyor ve film de türden uzaklaştıkça güç kaybediyor. Filmin mizahında ise kolaya kaçmayıp ‘bağıran’ performanslara yaslanmadıkları yerler daha çekici duruyor. Örneğin “iyi polis – daha iyi polis” sekansında içeriksel bir güldürü olduğu için çok enerjik bir mizahi durum yaratılabiliyor. Diğer yandan Cengiz Bozkurt’un abartılı performansından ibaret olan “Tutmayın beni” sahnesi, o kadar komik durmuyor.
Oysa ki zeki ve yaratıcı bir ekip olduğunu önceki işlerinden de bildiğimiz bu ekip, iyi bir polisiye senaryo da yazabilirdi. Bunun yanı sıra çok daha nitelikli bir mizah tutturabilirdi. Öykünün “seri katili” iyi yazılmış, filmin ismine de gönderme yapan iyi bir çıkış noktası yakalanmış ama katilin sadece üç sahnede karşımıza çıkmasıyla beraber öykü de zayıf kalıyor. Belki seri katil, bizim beceriksiz ekiple daha çok oyunlar oynasa ve bu oyunlar, birbirinden kopuk skeçsi durumlar şeklinde olmasa, senaryo da çıkışsız kaldığı noktalarda rahatlayabilirdi.
Senaryo bu hâldeyken görüntü yönetmenliği, belli başlı yerlerde başvurulan çizgi roman / karikatür efekti filme bir atmosfer sağlıyor. Bunun yanında sık müzik kullanımının tercih edilmesi ve bazı sahnelerin birbirinden oldukça kopuk olması bir “klipler topluluğu” izlediğimiz hissiyatı da yaratıyor. Dolayısıyla, kendini sürekli geliştirip farklı türlere bulaşan Ali Atay bu yapımında da üzerindeki acemiliği atamıyor, “Biraz da şundan biraz da bundan” şeklinde bir yapıma imza atmış oluyor maalesef.
Yine de ben Atay’ın, bir sonraki işinde daha özgün ve bütünsel bir filme imza atabileceğini umuyorum. Cinayet Süsü kağıda dökülmeden önce, Atay’ın deyimiyle “iki ay boş yere başka bir projeye uğraşan”, “Dünya’nın bir anda durmayı terk ettiği bir post-apokaliptik filme çalışan” ekip yaratıcı potansiyel olarak çok daha özgün ve parodiden uzak işler çıkarabilir. Yeter ki üzerine daha çok düşünsünler, daha öz güvenli olsunlar ve özen göstersinler…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.