Derya Durmaz Röportajı

derya durmaz

Özellikle Cannes Film Festivali’nde aldığı ödüllerle ses getiren kısafilm Ziazan’ın yönetmeni Derya Durmaz da Gezici Festival’e katılanlardandı ve sağolsun, sorularımızı yanıtladı.

Gezici Festival’le ne kadar süredir tanışıyorsunuz? İlk ne zaman yollarınız Gezici Festival’le kesişmişti?

6 yıl olmuş. Gezici Festival’e ilk kez 2008 yılında Mülteci filmi ile katılmıştım. Müthiş bir deneyim olmuştu benim için. O sene festival Kars’ta yapılmıştı. Hem Kars gibi büyüleyici bir şehri ilk kez görmüş, hem de bir yandan Türkiye’de o sene çekilen filmlerden en iyi örnekleri izleme fırsatı bulurken, bir yandan da Cannes gibi büyük festivallerden ödül almış filmeri izleme, o filmlerin yönetmen yapımcıları ile oturup sinema konuşabilme şansını yakalamıştım. O festivalin ardından da festivalin bir ürünü olan ve Kars hakkında yazılıp Kars’ta çekilen kısa filmlerden oluşan Kars Öyküleri’nde oynamıştım.

Gezici Festival gerçekten bu güne kadar katıldığım festivaller arasında çok özel bir yere sahip benim için. Sadece sinema aşkıyla yapılan ve sinemayı yapma ve izleme tutkusunu taşıyan insanları bir araya getirmekten başka kaygısı olmayan bir festival.

Ziazan nasıl doğdu? Nasıl hayata geçti?

Ziazan, Türkiye ve Ermenistan arasında yapılan bavul ticareti ile ilgili bir haber okumam üzerine gelişti. Ermenistan Türkiye arasında süren bavul ticaretini anlatıyordu. Habere göre iki ülke arasındaki sınır kapalı olduğu için ticaret 36 saatlik bir yolculukla, Gürcistan üzerinden, Türkiye’den şirketlerin işlettiği otobüslerle yapılıyordu. Ve insanlar aldıkları malları kargo şirketleriyle eve geri gönderiyordu. Haber bir gün kargo şirketinin fiyatları %100 artırması ve bu yüzden birden ticaretin durma noktasına gelmesi ve her iki ülkede, buradan ekmeğini kazanan insanların maduriyetini anlatıyordu.

İki ülke arasındaki bu durumun absürdlüğünü düşünürken, sanırım bavul çağrışımları üzerinden kendi çocukluğuma gittim. Küçükken görev yaptığı kentlerden bizi ziyarete gelen çok sevdiğim dayımın her dönüş vakti geldiğinde, bavuluna saklanıp onunla gitme planları yapardım. Bir de ailemizde göç hikayesi var. Almanya’dan bizi ziyarete gelen, değişik çikolatalar, hediyeler getiren bir dedem vardı. Bütün bu anıların da etkisiyle küçük bir kız çocuğunun hikayesi çıktı ortaya.

Film proje aşamasındayken ‘Ermenistan Türkiye Sinema Platformu’nun Proje Geliştirme Atölyesi’ne katıldım ve Ziazan En İyi Proje Ödülü’nü aldı. Bu ödül maddi destekten de öte, platformun Ermenistan tarafını destekleyen sinemacıların filme canla başla katkı sağlaması açısından çok önemli oldu filmin hayata geçebilmesinde. Ayrıca filme Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü de Kısa Film Yapım Desteği verdi.

Emy Vardanyan’ı nasıl buldunuz? Film süresince nasıl çalıştınız?

Ön hazırlık safhasında Ermenistan’lı yapım ortaklarımızla birlikte anaokullarına cast yapmaya gittik. Ayrıca cast ajanları üzerinden pek çok çocuk gördüm. Ama aslında Emy’e ilk ziyaret ettiğimiz anaokulunda, ilk girdiğimiz sınıfta rastladım. Sinemada çocuklarla çalışmak aslında çok zor. Hele benim yaptığım gibi 4 yaşında bir çocukla çalışmaya kalkarsanız! Sonuçta karşınızda ezberletip, oyun verebileceğiniz bir profesyonel oyuncu olmaması bir yana, söz geçirebileceğiniz, yönlendirebileceğiniz bir yetişkin dahi yok. Bu yüzden Ziazan’ımı ararken, o küçük kızda olmasını hayal ettiğim duyguya, ifadeye, bakış ve jestlere sahip bir çocuk bulmayı hedefledim. Ve çok şanslıyım ki, Emy’de aradıklarımı buldum.

Emy’le ilk tanıştığımız anda aramızda bir bağ oluştu. Bu da normalde çok daha zor olabilecek bir işi epey kolaylaştırdı benim için. Çünkü küçük çocuklarla çalışırken siz onlara uymak, onların fiziksel ve psikolojik sınırlarını gözeterek, onlardan almak istediğiniz sonuçları ortaya çıkarmalarını sağlayacak durumları, şartları yaratmak durumundasınız. Bir nevi simülasyon ortamı oluşturmak gerekiyor. Onlarla ‘oyun oynamanız’ gerekiyor. Oyunu doğru kurarsanız, ve sizi sevmiş ve güvenmişse, size almak istediğinizi olanca doğallığıyla veriyorlar.

Nasıl tepkiler aldı film? Özellikle Cannes’ı merak ediyoruz.

Film ilk kez 2014 Nisan sonunda Paris’te SEE a Paris Güney Doğu Avrup Sineması Film Festivali’ne katıldı ve Jüri Özel Ödülü’nü aldı. O günden bu yana katıldığı festivallerin sayısı 20’yi geçti ve 7 ödül aldı. Bu ödüllerin 2 tanesi de biri Almanya’da biri Venezülla’da yapılan çocuk filmleri festivallerinden, çocuk jürilerinden geldi. Benim için en mutlu edici taraflardan biri, filmin yetişkinlerin de çocukların da aynı samimi, sıcak ve aydınlık bulduklarını ifade ettikleri noktadan sevmeleri.

Tabii Cannes’da yapılan ‘Diversity in Cannes’ Kısa Film Yarışması’nda hem Jüri, hem de İzleyici Ödüllerini almak da çok mutluluk verici. Katıldığım yarışma, Cannes’da etnik, kültürel, cinsiyet vb. anlamında her tür ‘farklılığın’ daha çok vurgulanması amacıyla düzenlenmişti. Ve böyle bir yarışmada verilen 3 ödülden 2’sini almak, hem de bu ödülleri Oscar ödüllü Prescious filminin yapımcısı Lisa Cortes’in elinden almak çok özeldi benim için.

Oyunculuktan sonra kamera arkasına geçmek nasıl bir deneyimdi?

Müthiş! Oyunculuğu çok emek ve zaman vererek meslek edindim ve çok severek yapıyorum. Yapmaya da devam edeceğim. Ama yönetmenlik bambaşka bir şey. Oyuncuyken kollektif bir işte, pek çok kişinin emeği ve ruhunun yarattığı enerjiyle, birinin zihnindeki bir hikayeyi hayata geçirmeye yardımcı oluyorsunuz. Büyük de keyif alıyorsunuz. Ama itiraf edeyim, kendi zihninizde yarattığınız, gördüğünüz, duyduğunuz bir hikayenin hayata geçişini görmek bambaşka bir deneyim.

Sanırım kendimi bildim bileli hayatta aynı anda, farklı kanallardan farklı işler yapan biri olmamın faydası oldu kameranın diğer tarafına geçerken. Yıllarca oyuncuyken sivil toplum kuruluşlarında, insan hakları konulu projelerde yer aldım mesela. Ve hep bir taraftaki beceri ve deneyimimin diğerini beslediğini hissettim. Kamera arkasına, bir oyuncunun bilip, görüp, deneyimlediği şeyleri taşıyabilmenin de aynı şekilde faydasını gördüm.

Bundan sonra yönetmenliğe devam mı? Üzerinde çalıştığınız projeler var mı?

Aslında yine kendim yazdığım ikinci kısa filmimi çektim bile. Daha önce Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden Senaryo Geliştirme Desteği aldığım ve bitirdiğim bir uzun metraj senaryom da var. Uzun metrajlarda iş daha farklı tabii. Çok büyük bütçeler gerektiriyor çekebilmek. Ama özet olarak kafamda hikayeler belirip olgunluğa eriştikçe, ve bunları hayata geçirebilecek maddi şartlar da oluştukça film çekmeye devam etmek isterim.

Türkiye’nin içinde bulunduğu politik iklimin sinemaya etkisi oluyor mu? Geleceği nasıl görüyorsunuz?

Etkisi olmaması mümkün değil bence. Sonuçta hiçbirimiz uzay boşluğunda salınım halinde yaşamıyoruz. Ayağımızı bastığımız bir zemin, etrafımızı saran bir atmosfer var. Anlatmak istediğimiz hikayeleri bundan soyutlayabilmek mümkün değil. Aşk hikayesi de anlatsanız, komedi de yapsanız, karakterleriniz tarihte bu zaman ve zemindeler.

Epey bir zamandır Türkiye’ye dair benim algıladığım en büyük problem, olduğumuzu iddia ettiğimiz şey ve olduğumuz şey arasındaki müthiş uçurum. Gerçi bu yeni bir problem değil, ama giderek büyüyüp semirdi ve mevcut politik iklimde iyice çığırından çıktı. Sanırım yakında artık ya toptan delireceğiz, ya da bir süredir gördüğümüz yükselen mizah duygusu iyice olgunlaşacak patlama yaşayacak.

Son zamanlarda seyrettiğiniz ve en çok etkilendiğiniz filmleri öğrenebilir miyiz?

Seçmesi zor, ama birkaç tanesini sıralamak gerekirse;
Çok güçlü bir senaryo ve müthiş bir görselliğe sahip ‘Ida’. Bir yandan yahudi soykırımı, kominizm, din gibi ağır konuları ele alıp, diğer taraftan son derece kişisel, samimi ve insani olmayı başarabilen çok güçlü bir film.
Jim Jarmush’un ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ı. Kitaba, müziğe, bilime, filme meraklılar için, insanın yaşadığı zombi hayattan sıkılanlar için görsel ve işitsel bir şölen. Sırf Tilda Swinton’un performansı için bile izlenir.
Romen sinemasından gelen yeni bir sıkı film, ‘Çocuk Pozu’. Yolsuzluk ve yozlaşmanın diz boyu olduğu Doğu Avrupa burjuazisi ve bir annenin oğluna duyduğu obsesif sevgi üzerinden yapılmış müthiş bir sosyal ve siyasi eleştiri.
‘Büyük Budapeşte Oteli’. Wes Anderson yine yarattığı inanılmaz masalsı atmosferle çekip sizi başka bir dünyaya götürüyor.

derya durmaz

Yorum Gönderin