Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız… Hepimiz heba oluyoruz… Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş… Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz… Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz… Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız… Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık… Bizim savaşımız ruhani savaş ve bunalımımız kendi hayatlarımız… Chuck Palahniuk
David Fincher’ın geçtiğimiz yüzyılı kapatırken ortaya çıkardığı şeyi en basit şekilde “sarsıcı” olarak tanımlayabiliriz. Arkasında alt-kültür edebiyatının ilahi kitaplarından biri olsa da; sinema uyarlaması kitabın kuvvetinden geri kalmıyordu. Aslına sadık bir uyarlama olmakla beraber kitabın içinde barındırdığı hınzırlığı ileri götürüyordu.
Fight Club görsel olarak karşımıza çıktığında, zaman dilimi itibariyle henüz dijital çağın arefesinde duruyorduk. Milenyum hızla üzerimize doğru geliyor, internet ve beraberinde gelen alışkanlıklar henüz tek hücreli canlı misali yaşayacakları evrimi bekliyordu. Fincher önceki filmlerinde de izleyiciyi avucunun içerisine alıp manipüle etmeyi bilen, yükseliş trendinde bir yönetmendi. Sinemadan önce çok başarılı reklam işleri yapan ve sektörün görsel alışkanlıklarına yeni soluk getiren bir tarz sahibiydi. Geçmişini göz önüne aldığımızda Fight Club’ı çekmek ironik bir iş denebilir. Fakat Fincher bu ironiyi farklı biçimde değerlendirerek; reklam yönetmenliğinden gelen hızlı, akıcı, manipülatif uyarıcılarla bezeli ve stilize video deneyimlerini tüketim toplumu eleştirisi yapan bir filmin ortasında konumlandırıyordu. Tezin, anti-tezi içerisinde saklıydı. Kendi kendisi ile biçim olarak kafa bulan ama bunu yaparken içerik olarak üzerinden geçtiği her anlamı atomlarına ayıran bir hali vardı bu yönetimin.
Film 1999’dan bugüne kadar bir çok yönüyle ele alındı. İçeriği ve biçimi defalarca ters yüz edildi. Klip estetiği, tüketim toplumu, anarşist ve faşist kodlar, Brad Pitt ve Edward Norton’un leziz oyunculukları, Marla Singer (ki itiraf edeyim ilk kedimin adı Marla’ydı), Tyler Durden stereotipleri, ve benzeri şekilde uzar gider bu liste. Demek istediğim tavşanın suyunun suyu dahi kullanıldı. Salt bu kadar fazla etki yarattığı için bile kıymetli olan bu film ve özelinde kitabın hiç kafa yormadığım bir kısmına bulaşmak niyetindeyim ben: Beyaz yakalı olmanın şizofrenik hallerine.
Bir olayın/halin içinde olmak, farkında olmaktan her daim daha gerçek hissettirir. Kahramanımız(!) 30’lu yaşlarında, otomotiv sektöründe çalışan, işinden nefret eden, yalnız, mutsuz bir beyaz yakalı. Filmi bu noktada yakalamakta fayda olduğunu düşünüyorum. Kahramanın pasif agresif haleti ruhiyesi ile beraber kurduğu katastrofik dünyanın çıkış noktası beyaz yakalı olmanın ta kendisi. Beyaz yakalı olmanın cehennemi sıradanlığı ve çekirdeği olduğu devrimci bir alt-kültür kalkışmasının sebebi.
Yalnızlık, modern toplumun yapı taşı olan beyaz yakalının gizli öznesi denebilir. Beyaz yakalılar özelinde yapılan çalışmalar, genel olarak, coğrafi hareketlilikle birlikte ortaya çıkan yaşam mekânının değiştirilmesi sürecinin belirgin bir şekilde yakın komşuluk ilişkilerini ve akrabalık ilişkilerini zayıflattığı sonucuna varıyor (Giddens, 1991; Spencer ve Pahl: 2006). Diğer bazı çalışmalar ise, 1980’ler ve 1990’larda daha esnek ve güvencesi olmayan işlerin çoğalmasının ve meslektaşları potansiyel rakipler haline getiren rekabetin giderek artmasının, insanların iş yerlerinde yakın arkadaşlar bulma beklentisini küçük bir ihtimale dönüştürdüğünü vurguluyor (Allan, 2008; Kasapoğlu, 2005; Pahl, 2000).
Yalnızım, mutsuzum, sahip olduklarım aslında bana sahip oluyor! O zaman neden benim gibi ve benden daha düşük konumdaki mutsuzlardan faşist argümanlarla kodlanmış anti-kapitalist bir anarşist örgüt kurmuyorum?
Çok mu amorf oldu bu kişilik? O zaman bu kişiliği yıkmalıyım ilk önce.
Şiddetin, hınzırlığın, kuralsızlığın maya olduğu bu yeni kişilik sıradan bir beyaz yakalının arzu nesnesinden başka bir şey değil. Olamadığı vücut, olamadığı özgüven ve olamadığı cesaret. Alter-ego karakterin kendisinden daha iyi bir vücuda, daha iyi bir görünüşe, daha cüretkar bir üsluba sahip. Bunları kullanarak kendisini hayatın içerisinde konumlandırdığı o sıkışık pozisyondan kurtarıyor. Büyüyor, cesur ve hatta rahatsız edici biçimde liderleşiyor.
Fincher burada Palahniuk’un anlatmak istediği asıl fikri, zihinsel ve görsel şovunu ziyan etmemesi için es geçiyor: Mesele aslında bir beyaz yakalının buhranından doğan şizofrenik bir devrim değil. Mesele beyaz yakalı olarak sıkışıp kaldığın yaşam içerisinde bunu devam ettirmeye zorunlu olmaman. Başka bir şekilde de yaşam devam edebiliyor. Ikea olmadan, Apple olmadan, konformizm olmadan da devam edebiliyor. Her emre baş sallayarak devam etmeye gerek yok. İstersen içinde yaşattığın o gizli güç ile bütün finans sistemini yerle bir edebilecek bir örgüte liderlik edebilirsin. Sen sadece sana söylenenleri yapmaya devam etme.
Burada kahramanımızın kendisine dayatılan hayatı olduğu gibi kabul eden o pasif agresif halet-i ruhiyesine bir gönderme de aslında Tyler Durden’dan geliyor. Tyler ne derse sorgusuz sualsiz ikna oluyor. Aslında ikna olduğu kişinin ta kendisi olduğunu hiç bilmeden inanıyor. Bu çözümleme; güdümlü, emir altında ve kapitalist sistemin kodlarına göre boyun eğmişliğimizin de sorgusuz tanımı denebilir.
Hikayenin derdinin kökeninde hitap ettiği kitle konusunda da bir kibir söz konusu. Her anında yüksek dozda zeka barındıran detaylar eninden sonunda belli bir aydınlanmayı kişisel olarak yaşamış kişileri hedef alıyor. Günlük yaşam içerisinde klişe haline gelen “cahillik mutluluktur” deyişi de durumu özetliyor. Edward Norton’un oynadığı karakter aynı zamanda zeki bir birey olduğunu biliyoruz. Bu yüzden de Fight Club’ın derdine ulaşabilen bireyler rahatsız olurken, sadece eğlence ve görsel şov olarak algılayan izleyiciler için ise film sahip olabilecekleri en güzel tek seferlik kullan at eğlence paketi oluyor.
İlk izlediğim zamanın 15. Yılında Fight Club şaşaalı bir tüketim kültürü eleştirisinin çok ötesinde kurduğum, inşa ettiğim kişiliğime inat sürdürdüğüm yaşamıma getirilen güçlü bir eleştiri. Bunu kabul ediyorum. Bir beyaz yakalı olarak alter-egoma yenilmek gibi bir niyetim olmasa da derinlerde bir yerde vaziyetten rahatsız olduğunun farkındayım.
Fincher açısından ise bu güzide filmi yönetmenlik kronolojisinin ortasında duran bir kilometre taşı. Fincher bu filmden itibaren izleyiciyi avucuna alan, manipüle eden, akıcı üslubunu terk ederek hikaye anlatmayı daha fazla sinematografik yollardan aramaya çalışan bir yönetmen olmaya doğru yön değiştirdi. Belki de yapabileceği en büyük manipülasyonu yapmış olduğunun o da farkındaydı.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.