Hayata Güzelleme: 127 Hours

Aaron Ralston Doğayla iç içe yaşamayı seven ona meydan okuyan bu nedenle de kendini sık sık yaşam şartlarının oldukça zor olduğu yerlere atan bir kişidir. Ancak bu doğa maceralarının sonuncusunda başına hiç hesaplamadığı bir olay gelir.

127 Hours kolunu bir kaya ile düştüğü yarığın arasına sıkıştıran bir adamın beş gün süren macerasını anlatıyor. Anlatımında daha çok video klip estetiğine yaslanan yönetmen Danny Boyle görsel yetkinliğini başarıyla gözler önüne seriyor. Kahraman mahsur kaldığı yerde gücü tükenip direnci azaldıkça ve ölüme yaklaştıkça yaşamı, geçmişteki pişmanlıkları tercihleri üzerine de düşünmeye başlıyor. Az önce bahsettiğim görsel yetkinlik mevzuu da burada devreye giriyor. Konu olarak dar alanda geçen başka bir film olan ve yakın geçmişte gösterimde bulunan Buried’in aksine 127 Hours’ta yönetmen kahramanın hikâyesini onun içinde bulunduğu ruh haliyle oluşan tüm çağrışımları bir kenara iterek anlatmak yerine işte o hayallere, sanrılara ve çağrışımlara yer vererek anlatıyor. Hatta tüm film işte bu imgeler üzerine kuruyor.

Bireyin topluma olan bağımlılığını daha filmin başındaki kalabalıkları göstererek vurgulamak isteyen Danny Boyle kendi kalabalığından ayrı kalmış bireyden hareketle toplum ile birey arasındaki ilişkiye göz gezdiriyor. Filmin başında Aaron Ralston’un bir süreliğine birlikte doğada gezdiği kızlara söylediği “her şey hareket eder” sözüyle de yaşamın hareketliliğine ve akışına bu akışın sekteye uğramasının aynı zamanda yaşamın kendisinin de sekteye uğraması anlamına geldiğini ima eder gibi. Nitekim hikâyede kahramanın başına gelen de bu türden bir olay. Ki bu olay da onu hareketsiz kılarak hızla kaçınılmaz bir yok oluşa doğru sürüklemeye başlıyor.

127 Hours aynı zamanda bir yabancılaşmanın da öyküsü olarak bakılabilecek bir yapım. Kendisine nedense her andığımızda “vahşi” sıfatını yakıştırdığımız doğa ile çok istenilen bir biçimde olmasa da yüzleşen Aaron Ralston hikâye ilerledikçe doğanın hareketindeki mükemmelliği, bozulmamışlığı ve kusursuzluğu fark ederken kendisini de onun neresinde ve nasıl konumlandırdığı üzerine düşünmeye başlıyor. Filmde, bizi hayata bağlayan ve kendimizi insan olarak tanımlamamızı sağlayan tüm o medeniyet donanımının doğaya karşılık gelen ya da gelemeyen yanı üzerinde de duruluyor. Yanındaki video kamera, fotoğraf makinesi türü teknolojik donanım sonuçta Ralston’un içindeki bulunduğu çaresizliği belgelemekten başka bir işe yaramıyor. Bununla beraber filmde Ralston’un üzerinde asıl düşündüğü başka bir şey de yaşamın, zamanın zemininde kimseyi beklemeden, yok olan hiç kimsenin yasını tutmadan ve hiç durmadan ilerlemesi oluyor. Yazının başında da belirttiğim gibi film video klipler halinde çekilirken kahramanın tüm yaşamındaki tercihleri, döndüğü köşe başları, pişmanlıkları, anlık verilen kararlarla yaptıkları ve yapmadıklarının da onu an itibariyle bulunduğu yere getirdiği sonucuna varıyor. Bu hareketliliğin sadece kendisi için değil dünya üzerinde canlı cansız tüm varlıklar için de söz konusu olduğunu ve bu hareketlilikle beraber yaşanan kesişmelerin, Ralston ile onu bir yarığa sıkıştıran kaya da bu türden bir kesişme, adına da hayat denilebileceği çıkarımını yapıyor. Filmde işte tanımlanan bu hayatta var olma biçimlerinden birinin fark edilme, bilinme haberdar olunma kaygısı olduğunun altı çiziliyor. Evinden çıkarken kimseye nereye gideceğine dair herhangi bir not bırakmayan kahraman artık hiç kimse tarafından bilinmeyen fark edilmeyen kendisinin de dâhil olduğu “insanlık” ın dışında bir yok oluşa doğru sürükleniyor.

Danny Boyle’un bir önceki filmi olan Slumdog Millionaire’de de aslında buradakine benzer bir tema işlenmişti denilebilir. “Bizi biz yapan aslında yaşadıklarımızın toplamıdır” demeye getiren Slumdog Millionaire’de bir yarışmaya katılan kahraman bir yandan kendisine sorulan tüm soruları kendi yaşam tecrübelerinden hareketle cevaplarken bir yandan da o an bulunduğu yere gelmesini sağlayan şeyin bir ömür boyunca yaşadığı deneyimler olduğunu fark ediyordu. Başka bir deyişle hayatın kendisine hediye ettiği şeyi kazanıyordu. Çünkü eninde sonunda elimizde olan şey ister 127 Hours’ta anlatıldığı gibi hiç kimsenin bilmediği herkesten çok uzakta bir kaya aralığında çaresiz kalalım isterse bir yarışmanın büyük ikramiyesinin sahibi olalım bir bakıma hayat boyunca biriktirdiğimiz yaşayışlardan başka bir şey değildir ve işte o yaşayışlar da sahip olduğumuz yegâne şeydir.

Yorum Gönderin