İçinden Rüya Geçen Birkaç Film ve Inception

inception-totem.jpg

Rüya ve onun beraberinde çağrıştırdığı her türlü bilinçaltı olgu öteden beri sinemaya konu olageldi. Bunlardan ilk hatırladığım 2000 yılı yapımı The Cell. Bir seri katilin komaya girmesi üzerine daha önce kaçırdığı bir kız çocuğunun yerini bulmak amacıyla seri katilin zihnine giren bir psikiyatriktin gerçeküstü ve gerilimli hikâyesini anlatıyordu The Cell. Adı geçen filmde dengesiz bir katilin bilinçaltı son derece düşsel sahnelerle oldukça başarılı anlatılıyordu. Ama sanırım o filmin sorunu bir insanın bilinçaltına girme ve orada seyahat yapmanın mantığı üzerinde pek durulmamış olmasıydı. Her ne kadar bilinçaltı başarılı anlatılmış olsa da bilinçten bilinçaltına doğru yapılan yolculuğun mantığının yeterince vurgulanmamış olması filmin en belirgin eksikliklerindendi.

Bu konuda gerçek çıkışı yapan ve hala aşılamayan film Matrix oldu. Gündeliğin dışında sistemin insanı kontrol edemediği boyuta Morpheus’un da yardımıyla ulaşan Neo Matrix ile ulaştığı yeni gerçeklik boyutu arasındaki yolculukları ensesindeki girişe takılan bir bağlantıyla yapıyordu. Ama bu öylesine bir yolculuktu ki Matrix’e bu yolla giren kişi eğer kendini bir şekilde aşarsa Matrix in kendine özgü tüm işleyiş prensibi aşabiliyordu. Daha filmin başında seyircinin birden kendini nelerin döndüğünü anlyamadığı bir hikâyenin ortasında bulan girişi, Trinity’nin havada asılı kalan ve bir anda üç boyutlu yaklaşık yüz seksen derecelik bir dönüşle verilen görüntüsü, sonra yine Neo’nun kurşunlardan kaçarkenki üç boyutlu sahne çekimi sinema tarihine geçti. Matrix de gerçeklikten sıyrılıp hayatın gerçeğinin ötesinde ondan farklı ve ondan daha üstün, bağımsız bir dünyaya yapılan yolculuktan bahsederken aslında bir bakıma düşsel bir yolculuğu anlatıyordu. Bunu yaparken de aslında bu yolcuğun felsefesini, hayata karşı koymanın, onu aşmanın onun ötesine geçmenin, onun gerçekliğini sorgulamanın ve en sonunda özgür olmanın erdeminden bahsediyor ve bu meselelere dair onlarca alt metni gözler önüne seriyordu. Tabi bunu son derece şık ve dahi görkemli sinema efektleriyle donatılmış zekice tasarlanmış sahnelerle yapıyordu. Matrix’in sorguladığı “gerçek” kavramı sanallığın tartışıldığı ve internetin insanların yaşamlarına biraz daha hâkim olduğu bir dönemde o kadar güncel bir konuydu ki film kendini aşıp bir felsefi öğreti haline geldi. Hakkında kitaplar, uzun makaleler yazıldı. Matrix te kurulan düş gerçek dünyada oldukça konuşuldu. Belki de ilk defa Matrix sinemada yepyeni bir kapıyı aralamıştı. Gerçeğini bilinen bütün özelliklerinin yeniden tartışıldığı ve tanımlandığı bir çağda artık gerçekler kadar önemli olan bir başka gerçeklik de düşlerdi. Sonuçta düşün çoğu zaman belli bir mantığı yokken orada anlatılan hiçbir hikâye de mantıksız olamazdı. Yeter ki siz ilgiye ve dikkate layık düşlerin hikâyelerini anlatmayı başarın…

eternal-sunshine-of-the-spotless-mind.jpg

Matrix’ten sonra 2004’te bir başka düş filmi olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind sessiz sedasız girdi gösterime. Birbirinden ayrılan ama birbirini unutamayan bir çiftin hüzünlü aşk hikâyesiydi Sil Baştan. Birbirlerini unutmak için tıbbın son teknoloji ürünü zihindeki geçmişi silme yöntemlerinin yararlanmaya çalışan çift, zihinlerinde birbirlerine ait olan geçmişleri sildirip bir yandan da o zihnin anılarında dolaşırlarken aslında birbirlerini unutmak istendiklerini anlıyorlar ama uyku halinde oldukları için anı silme işini durduramıyorlardı. Ardından da kendi zihinlerinin içinde kendi geçmişlerine sahip çıkmaya çalışıyorlardı. Sil baştan sinema tarihinin en özgün aşk hikâyelerinden biri ve hatta ilkiydi. Sevginin düşselliğini bizi biz yapan geçmişin değerini ve o geçmişin çoğu zaman onlar bizim zihnimizdeyken ve biz onlardan habersiz yaşıyormuş gibi yapsak da bilincimizi yaşamımızı kendimizle olan barışıklığımızı ve hatta varlığımızı ne kadar çok etkilediğini biçimlendirdiğini, geçmişin iyiliği ve kötülüğüyle ne kadar da değerli bir şey olduğunu vurguluyordu. Eninde sonunda tüm aşk hikâyeleri gibi hüzünlüydü ve Sil Baştan işte aşka dair bu hüznün nedenin veya kaynağını bulmuştu: anılar. Bulmakla da kalmamış onu düşsel bir hikâyeyle anlatmış ve izleyiciyi de bu düşe inandırmıştı.

avatar.jpg

Düş temasına fantastik ve görkemli bir gönderme yapan onu sinemasal bir malzeme olarak kullanan başka bir film de James Cameron’ın Avatar’ı oldu. Pandora adlı gezegene, gezegenin yerlileri olan Na’viler ile iletişime geçmek, onların yaşamlarını öğrenmek için gönderilen tekerlekli sandalyeye mahkûm bir askerin laboratuar ortamında kendisi için üretilmiş bir Na’vi bedeninde yeniden var olmasını ve bu bedene girmek için bir çeşit uykuya dalmasını anlatıyordu Avatar. Düş bu defa efektler ve renklerle yaratılmış son derece zengin bir âlemdi. Filmin kahramanının uyku halindeyken ki düşü kendini bir başkasının yerine koyma bir başkası olarak var olma şansı veriyordu Jack Sully’e. Yaklaşık iki buçuk saatlik destansı film olan Avatar, başkası olmanın, hayata onun gibi bakmanın, onu küçümsememenin en önemlisi de onu anlamanın hayati önemini vurgularken bunu Dünya’da geçen bir hikâyeyle değil de ondan çok çok uzakta, en azından bir düş kadar uzakta, bir mekânda anlatıyordu. Avatar insanların ve toplumların birbirlerini birkaç klişe kelimeyle, tanımladığı ve tarafların her geçen gün biraz daha keskinleştiği bu yüzyılda kişinin kendisini karşısındakinin yerine koymasının düşüydü.

memento.jpg

Avatar’ın üzerinden daha bir yıl geçmeden bir başka başarılı yönetmen Christopher Nolan’ın, hayatımın filmi, diye adlandırdığı yapıtı İnception girdi gösterime. Sinema anlayışı itibariyle insan zihninin, kişioğlunun yine kendisini aldatan tuhaf oyunlarını anlatmaya meyyal olan Nolan’ın filmlerini ilginç kılan en temel şey, yönetmenin söz konusu temaya paralel sinemasal anlatımlar geliştirmesi hatta neredeyse her filmini birer bulmacaya dönüştürüp izleyiciye bu şekilde sunmasıydı. Bunlardan en ilginci ve bence en iyisi Memento’ydu. Karısının bir cinayete kurban veren ve yaşadığı olaydan sonra şoka giren Leonard Shelby bir amnezi hastası olmuştu. Uzak geçmişini hatırlayan Shelby yakın geçmişini sürekli unutuyor on dakika önce tanıştığı bir kimseyi ya da yaşadığı bir olayı hatırlayamıyordu. Bu yüzden sürekli etrafındakilerin fotoğraflarını çeken notlar alan hatta bu notları vücuduna dövme olarak kazıyan bu arızalı kahraman karısının katilinin peşindeydi. Konusu böylesine ilginç olan hikâyede daha da tuhaf olan şey yönetmenin filmi sondan başa doğru bizzat filmin kahramanının gözünden anlatmasıydı. Durum böyle olunca Memento başlı başına bir muammaya dönüşüyordu. Benzer bir konuya İnsomnia’da da değindi Nolan. Yazları altı ay gündüzün yaşandığı Alaska’da geçen hikâyede bir cinayetle uğraşan, bir yandan da uykusuzluğuyla baş etmeye çalışan ve uykusuzluğun yok ettiği gerçekliği yeniden algılamaya gayret eden mağdur polis Will Dormer’in enteresan hikâyesiydi Insomnia.

insomnia-nolan.jpg

Bundan önce sinemaya getirdiği farklı bakış açıları ve içi seyirciyi peşinden sürükleyen sorularla dolu olan filmler çektiği için bir sonraki filmi de elbette büyük bir merakla bekleniyordu. Beklentiler öylesine yüksekti ki film daha gösterime girmeden efsane olmuştu. Nolan bu son filminde de zihnin belirsizliklerine doğru karmaşık bir yolculuğa çıkarıyordu seyirciyi. Ona iç içe geçmiş rüyalara doğru çekerken kendi kavuzluğunda fazla da kaybolmasına izin vermeden kendi hikâyesini anlatıyordu. Daha en başta telaşlı bir filmdi İnception. Anlatacağı çok şey vardı pek fazla zamanı yoktu. Belki de ilk amacı seyircisine mümkün olduğu kadar çok rüya göstermekti ama rüyaların niceliği arttıkça nitelikleri azalıyordu. Nolan’ın İnception’daki en büyük eksikliği “rüya” denilen mefhumu daha en başta kontrol altına almaya çalışmasıydı. Yönetmen kendi yeteneklerini göstermek konusunda o kadar hevesli hatta bencildi ki filmdeki kahramanların olası hayal dünyalarını bilinçlerini ya da bilinçaltlarını elinin tersiyle bir kenara itip kendi sinemasının, sinema dilinin maharetlerini gözler önüne sermeye çalıştı. Sözgelimi filmde ortalık rüyadan geçilmezken ilginç olan nedeyse hiçbirinin bir sahibinin olmamasıydı. Herkes rüyaların içinde oradan oraya koşturup rüyalar arasında fink atarken rüyalardaki, Cobb hariç ki onun da rüyalarında da bir türlü öldüremediği karasından başka bir şey yoktu, hiç kimsenin bilinçaltı, korkusu, kâbusları sevinci ve hatta fantezisi yoktu. Nolan’ın hikâyesinde geçen rüyalar gereğinden fazla hizaya sokulmuştu. Hatta Nolan, suyun içinde bir görünüp bir kaybolan ama neredeyse hiçbir zaman ellerimizle yakalayamayacağımız bir balığa benzeyen rüyaları filminde tıkır tıkır işleyen bir bulmacanın çözülmeye çalışıldığı mekânı olmaktan ibaret kılmıştı. İşte bu yüzden Inception’da bütün rüyalar güdüktü. Seyirciye gösterilenlerin rüya olduğunu fark ettirmek için katlanan şehirler, yıkılan gökdelenler, paradoks merdivenler yetmiyordu. Bunun için daha fazlası gerekiyordu çünkü İnception’ın en çok ıskaladığı nokta rüyaların en temelde oldukça kişisel şeyler olduğuydu. Bu filmde, filmin kahramanı Dom Cobb’un rüyalarına dair çok belirgin çözümleyici ya da derinlik kazandırılışmış bir bakış yoktu. Neredeyse film boyunca herkes bir adamın ne olduğu ya da neyden olduğu hiçbir zaman belirginleştirilememiş hayallerinin ya da rüyalarının peşindeydi. Ve tüm gürültü patırtının arasında her şey gereğinden fazla toza dumana bulanıyordu. Böyle olunca da film kendisine bir türlü bir mesele edinemiyordu. Ya da eğer böyle bir meselesi varsa film içinde bunu anlatacak bir açık alan yaratmakta zorlanıyordu. Sahi, diyordum bir seyirci olarak Nolan neden böyle bir hikâye anlatma gereği duydu? Neydi aslında anlatmak istediği? Kendi geçmişiyle bir türlü ödeşemeyen Domm Cobb’un ibretlik hayatı mıydı anlatılmak istenen? Yoksa insanoğlu gibi bir varlığın artık gerçek dünyaya sığdıramadığı savaşlarının, açgözlülüğünün, hırısının ve o muhteşem zekâsının rüyalara doğru taşması mıydı? Yoksa bunların dışında benim de anlayamadığım başka bir sorun muydu anlatılmak istenen? Inception’ı havada bırakan bir başka eksikliği de buydu sanırım. Ne anlatacağına bir türlü karar verememişti.

inception-ruya.jpg

Eğer Inception, Christopher Nolan gibi “zeki” ve yetenekli bir yönetmen tarafından çekilmiş eğlencelik bir beyin jimnastiği mahiyetinde bir film olarak kabul edilecekse sorun yok. Ama söylemeden edemeyeceğim şey de böylesi bir filmi Hollywood’da ortalama kariyeri olan herhangi bir yönetmen de çekebilirdi; Hans Zimmer’in temaya cuk oturmuş film müziğini saymazsak. Bir Cristopher Nolan hayranı olarak benim için Inception yönetmenin sinematografisinde bir düş kırıklığı olarak yer alacak ne yazık ki…

Yorum Gönderin