Kapitalizme Karşı “Oyuncak Hikayesi 3”

Pixar Animasyon tarafından bir üçlü halinde izleyiciye sunulan Oyuncak Hikayesi (Toy Story) serisi, son filmiyle 2010’a da damgasını vurmuştu. Hani o sadece çocukların değil, yetişkinlerin de izleyebileceği animasyon yapımlar vardır ya; bu seri de o şekilde hazırlanmış. İster tek başınıza izleyin, ister çocuğunuzla birlikte sadece ona eşlik etmek için gitmiş olun, sıkılmanız çok düşük bir olasılık…

Pixar, Disney’in büyülü masal dünyasına karşılık hikayelerinde bir süper kahraman yaratmak yerine, arkadaşça nasıl barış içinde yaşanırın olabilirliğini eğlenceli bir dille ortaya koymaya çalışan bir animasyon yapım şirketi olarak tarif edilebilir. Bunu yaparken her an burnumuzun dibinde görebileceğimiz gerçek karakterler üzerinden hikaye örgüsünü https://www.bakiniz.com/wp-admin/post.php?post=8875&action=edit&message=1kuruyor, elbirliği ile bir işi tamamlamaya çalışan yan karakterlere de baş role oturma sorumluluğu veriyor.

Örnek olarak, Pixar’ın resmi sitesinde “iş” olarak tanımladıkları yapımlar arasında Bir Böceğin Yaşamı (A Bug’s Life), Kayıp Balık Nemo (Finding Nemo), Arabalar (Cars), Robot E (Wall E) ve Yukarı Bak (Up) belli başlı yapımlar olarak sıralanabilir. Bu öykülere baktığımızda, kolonisinde yeteneksiz olarak tanımlanan cılız bir karıncayı, tek yüzgeci olmayan bir küçük turuncu balığı, yüzüne bakılmayan mütevazı bir kasabaya düşen eski bir yarış arabasını, yalnız bir robotu ve hayalleriyle baş başa kalmış ve evini balonlarla uçuracak kadar hayalperest ve idealist bir yaşlıyı ana karakterler olarak görüyoruz. Bu karakterlerin hiçbirinde mükemmel olma arzusu ya da tek başına lider bir süper kahraman olma arzusu yok. Arabalar filmi bunun dışında tutulabilir belki, gerçi orada da şöhret, hız ve hırs üçgeninde nasıl tökezlenebileceği, önemli olanın arkadaşlık olduğu vurgusu ağır basıyor. Hiçbir karakter çok güzel ya da çok yakışıklı değil, mutlaka bir fiziksel farklılığı ya da duygusal bir eksikliği olan karakterler, zaten çoğu insan da değil… Belki de anlatılan insan olsaydı, anlatım daha didaktik olurdu ve hiç kimse keyif almazdı…

Ve son yapıma, Oyuncak Hikayesi’ne geldiğimizde, oyuncaklarını büyük bir özenle ve bağlılıkla seven Andy karakteri etrafında şekillenen oyuncak hikayelerini görüyoruz. İlk iki filmde, oyuncaklarıyla güzel maceralar yaşayan küçük Andy’i görürüz. Son ve üçüncü filmde ise olayın içeriği biraz boyut değiştiriyor. Artık üniversiteye gitme çağına gelen Andy, oyuncaklarını ne yapacaktır? Çöpe mi atacak, tavan arasına mı kaldıracak yoksa başka bir el değiştirme formülü mü bulacak?

Öyküde beni, kızımı ve eşimi etkileyen en önemli olgu, eskiye sahip çıkma fikri oldu. Bir çoğumuzun atmaya kıyamadığı, çocukluğumuzda elimizden düşürmediğimiz, kirlense de bozulur diye annemize yıkatmadığımız, ona sarılmadan uyumadığımız, yemek yedirdiğimiz, araba yolculuklarında yastık olarak kullandığımız birçok oyuncağımız olmuştur. Biraz yaşlı bir geyik muhabbeti olacak ama; hele bizim çocukluğumuzda böyle çılgınca çeşitli bir oyuncak sektörü olmadığını, birkaç oyuncağın olduğunu düşünürsek, oyuncaklarımız gerçekten çok kıymetliydi diyebilirim. Oysa bugün kapitalizm, her geçen gün milyonlarca “aynılaşmış” ürünü, inanılmaz paralarla otobüs duraklarına, çocuk dergilerine, okul çantalarına, tokalara, çoraplara hatta çocuk çamaşırlarına varana kadar reklamlarla gözümüze sokuyor. “Alın, alın daha çok alın, her gün yenisini alın” diye bas bas bağırıyor… Belki de bugünün jenerasyonu büyüdüğünde “Çocukken en sevdiğin oyuncak neydi?” sorusuyla karşılaştığında cevap bile veremeyecek hale gelecek.

Daha fazla duygusallaşmadan filme dönmeye çalışayım… Oyuncak Hikayesi’nin son filminde işte bu “artı ürünün” tükettirilmesine, eskinin atılmasına karşı yürütülen çabalara bir dur mahiyetinde eski oyuncakların direnişini görüyoruz. Bu arada oyuncak bebek sektörünün uzun yıllardır tekellerinden biri olan Barbie ve Ken’e de buradan bir çift lafım var… Filmde birbirlerini bulduklarında evet çok mutlu oldular, çünkü ikisi de fiziksel görünümleriyle ve kafa yapılarıyla birbirleriyle tencere-kapak gibiler. Ancak Barbie’nin isyan edip Ken’in göz nuru kıyafet koleksiyonunu parçalaması, benim kafamdaki klişeleri de adeta yıkar gibiydi, içimin yağları eridi diyebilirim… Woody, Buzz, Patates kafalar, Jessie başta olmak üzere, Andy’nin tüm oyuncaklarının Sunnyside çocuk kreşine teslim edilmesi ile başlayan olaylar zinciri, bu kreşi diktatörlükle yöneten ve hangi oyuncaklarla nerede kimin oynayacağına karar veren Lotso adlı bir oyuncak ayının güdümüyle devam eder. Bir anda iyi oyuncaklarla kötü oyuncakların mücadelesi başlar gibi hissetmeyin, bu bir tuzak…

O oyuncak ayının da iyi olduğu bir dönem vardı elbet. Neden böyle hırslı hale gelmiştir ve neden şiddet ve baskı ile bulunduğu yeri yönetmeye çalışıyordur? İşte iyi niyetli Woody karakterimiz ne yapar ne eder bunu öğrenmenin bir yolunu bulur… Meğer Lotso da bir zamanlar mutluymuş ancak sevgisiz kalması, etrafına sevgisizlik saçmaya itmiş onu… Başkalarını ezerek, yıkıp kırarak, üstün olmaya çalışıp eşitsiz bir ortam dengesi yaratarak kendi paçasını kurtarmaya çalışıyordur. Tabi ki onun bir anda iyi bir ruh haline bürüneceğini beklemeyiz, zaten öyle de olur, ta ki gerçek sevgiyi bulana kadar. Andy’nin oyuncakları ise yenilerini satın almak yerine bunlarla da mutlu olmayı bilebilecek bir alt kuşağa devredilir. Artık oyuncaklar aynı “özel mülkiyet” altına alınmak yerine; yeni evlerinde de uzun zamanlar boyunca mutluluk ve sevgi ile paylaşılabilecektir. Lotso belki yine bildiğini okumak isteyebilir, çünkü her bebeğin içinde doğuştan gelen saflık bir kere katile dönüşmüştür artık! Ama en azından çevresindekilerin zihnini artık yıkayamayacaktır ve eşit bir düzlemde Sunnyside’da da yaşamın mümkün olduğu kanıtlanmış olur. Tıpkı günümüz dünyasında da bunun olabileceğine dair hep varolan inancımız gibi…

Yorum Gönderin