Duygusal bir yaşanmışlıklar bütünü nedeniyle; filmi değil; anlattıklarını yazacağım sanırım…
Tolga Örnek’in Kaybedenler Kulübü filmi, uzun zamandır beklenen bir filmdi. En azından belirli bir kitle tarafından… Film, 1990ların kült radyo programı Kaybedenler Kulübü’nü konu alıyor. Şu anda olmayan Kent Fm 101.1 frekansında haftanın üç gecesi yayınlanmaktaydı. Üstelik bu radyo, Türkiye’nin ilk özel radyo kanalıydı. Birkaç yıl önce kapanmış olmalı. Herşeyin ilki güzeldir diye düşündürmüyor değil.
Kaybedenler Kulübü, Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı ikilisinin sunduğu sıradışı bir programdı. Kendi deyimleriyle, “aralarındaki doğaçlama sohbetten doğan bir radyo programıydı”. Gecenin ilerleyen saatlerinde başlayan, güzel rock parçaları çalan, bol bol dinleyiciler tarafından renklendirilen, RTÜK’ten kullanılan cinsellik öğeleri nedeniyle bol bol uyarı ve ceza alan ama aynı zamanda da dinlenme rekorları kıran bir programdı. Çok fazla şey konuşuyorlardı, sadece cinsellik değil elbet; kitaplar, şiirler, sokaklar, aşk, müzik, siyaset. Kısacası sanki iki arkadaş oturmuş karşılıklı hayattan ve zaman mekan kaygısı olmayan bir düzlemden konuşuyordu. Tabi bir de kitlelerini biliyorlardı; Montana çetesi ve Kadıköy sokakları…
Peki neden çok dinleniliyordu ya da eleştiriliyordu? Az çok bana katılır mısınız bilmiyorum ama; Türkiye’de birşey ya çok sahiplenilir ya da yerin dibine vurulur. Çünkü genelde “Ben güzele güzel demem, o benim olmadıkça” fikri vardır. İşte bu program, bunun her zaman şart olmadığını, arada da kalınabileceğini asabileşmeden sunuyordu. 1980 sonrası a-politik ve a-sosyal gençliğinin, 1990ların ikinci yarısında nasıl kendini aradığının minik bir kesitiydi de denilebilir. Belki de biz öyle atfetmiştik.
Film, yerinde senaryo kurgulaması ile programın hissiyatını vermiş diye düşünüyorum. Ben o programın dinleyicisi olarak tatmin oldum açıkçası. Programı bilmeyen, hiç dinlememiş olan ya da son yıllarına denk gelmiş olan arkadaşlar ne hisseder bilemiyorum ama 90’lardaki ruh halini gerçekten iyi vermiş. Bunu film mi iyi vermiş, program mı tam ayırt edemedim.
90lar öyle yıllardı ki; 1980den sonra ilk kez öğrenci olaylarının üniversitelerde örgütlenmeye yeniden başlanıldığı, 80 sonrası ikinci kuşağın yeni kurdukları yayınevlerinde yeniden düşünce kitapları basmaya başladıkları, F tipi cezaevleri nedeniyle operasyonları ve iktidardaki adalet anlayışlarının büyük tepki gördüğü yıllardı. 80 civarı ve biraz öncesinde doğan genç kuşağın da kendini yitiklikten birşeyler için çabalamaya giriştiği bir ara süreçti. Önceki kuşak, bir düşünceden yenik çıkmıştı ve yaralarını sarmaya çalışıyordu. Onların çocukları da kabuklarını bu şekilde kırmaya çalışıyordu. Ama bu kez farklı yöntemlerle! Düşünsenize daha kimsenin cep telefonu yoktu o zamanlar, iletişim yerlere düşmemişti. Ama radyo, televizyon, sinema gibi kitle iletişim araçlarına bir de internet çok yeni eklenmişti. Kitaplar evet daha yeni yeni tekrar basılıyordu ama dergilerin de sayısı artmıştı mesela; haksız mıyım? Programda bahsi geçen 6.45 yayınları da, az ama öz satan kitaplar satan oluşumlardan biriydi. Özellikle o rock kitapları, özentiliğimizin başlangıcıydı… Bu yeni arayışlara bir başka örnek de Okan Bayülgen’in Gece Kuşu programıydı. Ben o yıla kadar hiç gece gece televizyonda bir değişik program izlediğimi hatırlamıyorum. Ama iyi ama kötü. Arayan izleyiciye, “Konuşmandan sıkıldım, kapatıyorum” diyecek kadar değişik ve sıkkın bir adam ilk defa yaygın bir iletişim aracından yayın yapıyordu.
Bir başka örnek de pavyon kültüründen uzaklaşmaya çalışan Beyoğlu’na alternatif Kadıköy’dü. “Taksim’e gidiyoruz” dediğimizde ailelerin endişelendiği o dönemlerde öğrendik ki, rock’çıların okul çıkışlarında buluşup barlara gideceği, yeni ikinci el kitap dergi bulabilecekleri (örnek: Akmar Pasajı vs.) bir başka “yaka” daha varmış. Üstelik vapura binmek de eğlenceli birşeydi o zamanlar, belki o zaman dışarıda sigara keyfi yapılabildiğinden ya da içerideki çay büfesinin özelleştirilmemiş olmasından kaynaklanabilir.
Bu anlattıklarım, bizim özel yaşanmışlıklarımızdı,şimdi de yapan gençlik vardır demiyorsunuzdur umarım. Çünkü bunlar gerçekten o yıllara özeldi. Filmde geçen bir replikte dendiği gibi; “Bizim 68imiz de bu dönemdir belki de”! O zamanlar Facebook falan gibi sanal sosyal ortamlar yoktu; belki de şimdinin gençliği de yıllar sonra “Ah ah eskiden ne güzel feysbuk vardı” diyecek, orası bilinmez. Ama gerçekten kabuğunu kırmaya çalışan bir gençliğin arayışı vardı 90larda.
Programın bir yerinde şöyle bir muhabbet geçiyordu: “Mezun olduktan sonra plazalarda çalışmanın çok da gerekli bir beklenti olmadığını görüyorsundur belki de”… Hele bir de bu lafın üstüne ışıkları yanıp sönen bir gökdelen görüntüsü geliyor, tamam diyorsun, hırs sıfır. Bu arada radyo programı, ismi itibariyle de daha o zamanlar olmayan Fight Club (1999)’ı çağrıştırıyormuş. Filmin logosu da öyle… Ama bunu kötü anlamda eleştiri olarak söylemiyorum. Herşey gayet bizden merak etmeyin.
İşte film bana tüm bunları çağrıştırdı; gençliğimi, saklanışlarımı, iki satır şiir okuma girişimlerimi, uzun ilişki yürütmeye korkan yaşıtlarımı, bizim kuşağın hippilerinin mabedi olan Olimpos’un o güzel bakir yıllarını, hatta biraz daha uzatsam Converse ve Nirvana’ya kadar gidebilirim ama çektirmeyeceğim bu ızdırabı size. Son olarak keşke filmi Kadıköy’de izleseymişiz! Ama Taksim’de izlemiş olsak da; çıkışta birer midye tava ve bira çakarak, o ruhu yaşattık yine de, değil mi?
————
Bakınız: Kaybedenler Kulübü Fragman
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.