Buñuel sevenlerin çoğu onu farklı farklı filmlerle anlatmak isterler. Kimine göre en iyi filmi “Bir Endülüs Köpeği”dir, kimine göre “Viridiana”, kimine göre ise “Gündüz Güzeli”dir. 1972 tarihli Le Charme Discret de la Bourgeoisie (Burjuvazinin Gizli Çekiciliği) ise gerek Buñuel’in eleştirel algısı, gerek bu bıçaksırtı konunun eğlencesi ve gerekse bu derece vahşice bir anlatımın insana dairliği ile Buñuel filmografisinin olmazsa olmazıdır. Filmdeki gerçeklik ya da Buñuel’in gerçekliği hiç şüphesiz bazı kesimleri rahatsız edecek kadar sivri, dönem şartlarını ve insanların birbirlerine karşı tutumlarını bir nebze akılda canlandıracak kadar da net ve uyarıcıdır. Aslında Buñuel, bu hassasiyetlere hiç de yabancı değil diyebilirsiniz. Fakat bu filmde bir daha görülebilmesi bence güç olan, ustasının altını bastıra bastıra çizdiği çok farklı bir durum komedisi var. Konformizm, ordu, din, siyasi erkler, terörizm ve kısmen dünya siyaseti ekseninde burjuvalar kendi korkuları ile Buñuel’in çarpıcı kara mizahında yüzleşecek. Yani, Buñuel’in elleri bu sefer biraz daha kanlı olacak.
Algılara atılan Buñuel tokatları
Bir burjuva grubunun beş farklı yemekli toplantısı ve bunun üzerine dört farklı karakterin rüyaları arasında geçen filmde mükemmel bir olay örgüsü ve tanıdık bir Buñuel gerçekçiliği mevcut. Filmin başlıca iki sekansı toplantılar ve rüyalar olarak görülebilir. Fakat birbirini takip eden bütün gelişmeler Buñuel’in bir sonraki hicvini doğrudan besleyecek ve rüya ile toplantı sekanslarını birbirine bağlayacak şekilde ustaca senarize edilmiş. Filmin bence en can alıcı sahnesi üç teröristin bastığı akşam yemeğindeki insan manzaralarıydı. Aslında Buñuel’in sorusu oldukça netti: Böyle bir durumda masanın altına kaçmış olmanıza rağmen hâlâ masada kalmış et parçasını düşünür müydünüz? Cevabınız evet ise bir burjuva da sizinle aynı fikri paylaşıyordu ve trajikomik bir şekilde vuruluyordu. Burjuvaların da insan olduğunu fakat önceliklerinin farklı olduğunu ortaya koyarken kimini güldürdü, kimini düşündürdü ama bence o sahnede görev bildiği eleştirel tavrıyla bütün hissiyatlarını tatmin etmiş oldu.
Filmde ayrıca ailevi ilişkilere ordu perspektifinden de bakılmış. Öyle ki bir askerin öz babası olmadığını öğrendiği adamı zehirleyerek öldürmesi ve bunu da annesinin hayaletinden öğrenmesini Buñuel’in gerçekliği olarak mı yoksa genel bir asker hissizliği algısı olarak mı algılayacağınıza izlerken siz karar vereceksiniz. Bir diğer önemli sahnede ise seks ve bencillik ön plandaydı. Evine yemeğe gelmiş misafirleri olmasına rağmen dışarı kaçarak bahçede seks yapan ev sahibi hem ironik hem iğreti gözükse de insana dairdi. Bir diğer etkili sahne -ki çoğu kişiye göre en anlamlı ve en görkemli sahnedir- yemek sırasında spot ışıklarının patlaması ve kırmızı sinema perdesinin açılmasıyla seyircilerin belirmesiydi. Ne olduğunu anlamadan kaçışan karakterlerin durumu oldukça manidardı. Dış dünya ile ilgisiz sadece kendi mutlulukları üzerine şekillendirdikleri klostrofobik hayatlarında, hatta dini önem taşıyan akşam yemeklerinde birden Buñuel’in açtığı toplumsal pencere ile karşı karşıya kalan burjuvaziler, güneşi gören vampirler gibi kıvranırken, film seyircisi de Buñuel ile birlikte gülüp yine onunla birlikte düşüneceksiniz.
Fransız kadını estetiğine bir İspanyolun gözünden bakmak
Filmde çok üstün ve zengin bir oyuncu kadrosu mevcut. Fernando Rey, Stephane Audran, Jean-Pierre-Cassel, Delphine Seyrig, Paul Frankeur ve Bulle Ogier pastanın en büyük dilimlerini paylaşıyorlar. Fakat bu noktada kendimce üç kişiyi parantez içine almadan edemiyorum. Mesela bir Parisli kadın hayal edin. Romantik masallarca her Parisli kadına yakıştırılan gerçeklikten daha cazip, arzulanır bir Parislinin en güzel örneklerinden biri olan Stephane Audran (Alice Sénéchal), eminim hayallerinize yaklaşacaktır. Tristana filmindeki rolü ile Cannes Film Festivali en iyi erkek oyuncu ödülünü alan ve ödül dışında çoğu kesimin takdirini samimiyetle kazanan İspanyol aktör Fernando Rey’i (Don Rafael Acosta) yine bir Buñuel filmi ile izleme şansı bulacağız. Bir diğer bahsedilmesi farz olan oyuncu ise tabi ki Lübnanlının örnek kariyeri, Delphine Seyrig (Simone Thévenot). Bence bu üç oyuncunun fevkalade performansı ve nevi şahsına münhasır bir İspanyolun hayal dünyası, bu filmi izlemek için en büyük nedenlerin başını çekiyor.
Sonuç olarak, Buñuel üst sınıfların erişilmezliğini rahatsız ederek, izleyiciye kendi kırmızı sinema perdesi altında onlarla dalga geçme şansı tanıyacak hatta yemeklerine bile ortak edeceği sıradışı bir gerçeklik yaşatacak. Ama her şeye rağmen her filminde olduğu gibi, işin içinden çıkmayı yine izleyiciye bırakacak. Belki kibarlık içgüdüsü, belki dönem şartları, belki de sadece insan olmanın genelinde bu filmi değerlendireceksiniz. Fakat gözlerinizin önüne bir grup güzel kadının ve yaraşır asillikte yakışıklı adamın garip bir yemek paradoksu geldiğinde, Buñuel cebinize kendi kartvizitini çoktan bırakmış olacak.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.