Martin Scorsese: Neden Bu Kadar Seviyoruz?

Martin Scorsese’yle ilgili yazdığım yazılarda yönetmenle ilgili düşüncelerime pek yer veremediğimi fark edince yönetmenle ilgili dağınık halde duran düşüncelerimi birazcık da olsa toparlayabileceğim bir yazı yazayım dedim. Şu soruyla başlayayım: “Neden Scorsese’yi seviyorum?” O kadar çok nedeni var ki… Kurduğu World Cinema Foundation ile Türkiye’den, Brezilya’dan, dünyanın her yerinden filmleri bulup yenilemesi, DVD/Blu-Ray’lerini çıkartıp piyasaya sürmesi. Bizden kimsenin çıkıp da restore etmediği Susuz Yaz filmini Fatih Akın’ın isteği ile restore etmesi. Scorsese en son All That Jazz filmini restore etti. Kurduğu bu WCF ile kıyıda köşede kalan yapımları restore ederek çok önemli bir işe imzasını attı. Kim çok eski bir filmi Blu-Ray kalitesinde izlemek istemez ki! Scorsese bu filmleri sadece piyasaya da sürmüyor. Her zaman olmasa da Cannes’da bu filmlerin gösterilmesini de sağlıyor.

Martin-Scorsese-01

Scorsese sadece bunları yapmıyor. Avrupa’dan, Afrika’dan, Asya’dan pek çok yönetmeni de yapımcı veya yürütücü yapımcı kimliği ile destekliyor. Mesela yönetmen/oyuncular tanınmadığından ABD’de gösterilemeyecek bir filmde adının kullanılmasına izin vererek bu filmin ABD’de gösterilmesine katkıda bulunuyor. Akın’ın The Cut‘ı ABD’de Scorsese’nin filmde adının kullanılmasına izin vermesi sayesinde gösterildi. Scorsese yönetmenleri maddi olarak da destekleyip filmlerinin yapımcılığını üstlenebiliyor (Jeff Nichols’ın Loving‘inin, Ben Younger’ın Bleed for This‘inin yapımcılığını üstlendi). Scorsese’nin bunca insanı elinden geldiği her şekilde desteklemesi muhteşem bir şey değil de nedir? Sadece genç yetenekleri de desteklememiş. Zamanında hayranı olduğu Akira Kurosowa’nın filminde oynamış, Kurosowa’nın bazı filmlerine para yatırmış, ustanın zor zamanlarında yanında olmuş birisidir.

Gelelim diğer nedenlere. Scorsese bir iki film çekip “Ben oldum,” diyenlerden değil. Aslında 80’lerde bunu dese kimse de çıkıp “Daha dur! Daha kırk fırın ekmek yiyeceksin ki olasın,” demezdi. Ama hemen piştiğini düşünen yönetmenlerin aksine her daim kendisini geliştirdi. Hep aynı türlerde film çekenlerin aksine Scorsese sürekli türden türe zıpladı ve her türün hakkını verdi. Kimileri onu sadece suç filmleriyle anıyor. 80’lerde bu türden başka hiçbir türü beceremeyeceği söylenirdi. Sonradan çektiği onca farklı filmle çok yönlü bir sinemacı olduğunu kanıtladı.

Martin-Scorsese-02

Hangi türde filmler çektiğine bir bakalım: Spor (Raging Bull ve Color of Money), kara komedi (After Hours), fantastik (Hugo), komedi (The King of Comedy), gerilim (Cape Fear ve Bringing Out the Dead), kostümlü drama (Age of Innocence), politik/dini (Kundun, The Last Temptation of Christ, Silence), müzikal (New York, New York), biofilm (Aviator, The Wolf of Wall Street), gangster/mafya/suç (The Departed, Casino, Goodfellas, Mean Streets), psikolojik gerilim (Shutter Island), drama (Boxcar Bertha, Alice Doesn’t Live Here Anymore). Scorsese görüldüğü üzere pek çok türü denedi ve bu filmlerin çoğunda döktürdü. Hangi türde film çekerse çeksin o türün hakkını vermeyi hep bildi. Üç boyut tekniğinin de hakkını en çok verenlerden oldu. Görmezden gelinen After Hours enfes bir kara komedidir mesela. Nedense Scorsese çekince görmezden gelindi. Aynı şeyi en farklı filmi olan Kundun için de söyleyebilirim. Yavaş tempolu, uzun süreli, yıldız oyuncusuz bu film de görmezden gelinmişti. En iyi filmlerinden.

Hâlâ yoğun bir şekilde çalışan Scorsese çağdaşları Francis Ford Coppola, Steven Spielberg, Brian De Palma’nın aksine çoğu zaman tatmin eden yapımlarla karşımıza çıkıyor. Milenyumda düşüşe geçen onca yönetmenin aksine Scorsese çok az tökezledi. Ama pek sevilmeyen filmlerinde de (The Aviator mesela) parmak ısırtan yönetmenliğe imza attığını söyleyebilirim. TV kanadında da enfes yapımlara imzasını atmıştır. Pilot bölümünü çektiği Boardwalk Empire, HBO’nun kaliteli yapımlarından oldu. Belgesellerini de es geçmeyelim. Scorsese belgesellere epey önem veren birisi. Sürekli yeni belgesellerle karşımıza çıkar. A Letter to Elia, George Harrison: Living in the Material World, Shine a Light, Italianamerican en önemli belgeselleri. Bu türün de hakkını verdiği söylersek şaşırmayınız. Boşuna efsane demiyoruz kendisine. Bu arada zamanında Michael Jackson’ın Bad klibine imzasını attığını da söylemek gerek. Kısacası Scorsese çok yönlü, enfes bir sinemacı. Martin Scorsese 3

Farklı türlerde filmler çekmesi, yaşı yetmişi aşmasına rağmen hâlâ azimle film çekmesi, yönetmenleri desteklemesi, filmleri restore etmesi, kaliteli diziler hazırlatması öne çıkan taraflarından. Sevdiğim diğer özelliği ise Spielberg, Clint Eastwood gibi sinemacıların aksine ABD ordusunu, emperyalizmini, kapitalizmini övmemesi. Scorsese ise New York’un suçla örülü tarafına odaklanmayı tercih eder. Ya da Boston’ın. Eli kanlı katiller, Scorsese’nin öykülerinde fink atarlar, herkesi öldürürler. Emniyet teşkilatının yozlaşmasına da odaklanır (The Departed); New York’un kanla, çetelerle kurulduğunu da dillendirir (Gangs of New York).

Scorsese ile ilgili tek şikayetim bir zamanlar sıkça çalıştığı Robert De Niro’yla tekrar çalışmaması. Yıllar önce hazırlıklarına başladığını açıkladığı ama bir türlü fırsat bulup çekemediği The Irishman‘i neyse ki gene bir sorun ortaya çıkmazsa Ocak 2017’de çekmeye başlayacak. Bu film, Scorsese ile De Niro’yu yirmi bir yıl aradan sonra buluşturmakla kalmayacak. Aynı zamanda Harvey Keitel’ı da Scorsese’yle tekrar buluşturacak. Al Pacino da ustayla ilk kez çalışmış olacak. Artık filmlerde oynamayan Joe Pesci ise ne yazık ki teklifi reddetti. Umarız çekim tarihine kadar aktörü ikna edebilirler. Hepsi yaşlanan bu sinemacılardan birisi ölmeden şu film çekilirse sevineceğim. Lafı daha fazla uzatmayayım. Bana göre Scorsese sinema tarihinin en iyilerinden. Çektiği, çekeceği her filmi, diziyi, kısa filmi ve belgeseli büyük bir merakla beklediğim ender sinemacılardan. Umarım daha uzun yıllar filmler çeker.

Yorum Gönderin