Mehmet Güleryüz: Havar, Batman ve Aydınlar Üzerine

havar-film.jpg

1988 yılından bu yana sinemayla uğraşan Mehmet Güleryüz, uzun yıllar uğraştığı belgesel sinemanın dışına çıkarak ilk uzunmetrajlı filmi Havar’ı yaptı. Havar, dört önemli festivalin ardından şubatın 20sinde vizyona giriyor. Film gösterime girmeden, Güleryüz’le görüşmek istedik. Çok samimi bir sohbet olmasına rağmen, konuşulan meseleler sinemadan biraz fazla ve iç burkucuydu. Üçüncü sayfalarda salgın gibi artan namus cinayetlerini konu olarak seçen Güleryüz, Türkiye’deki “ötekileştirme” sendromunu da bizzat yaşamış olduğunu anlattı. Göteborg Festivali’nden Batman’daki gençlere, insan hakları ihlallerinden, Türkiye’deki politik sinemanın gelişim sürecine nefis bir sohbeti kayda aldık. Şimdi sizlerle paylaşıyoruz.

Göteborg Film Festivali’ndeki Türkiyeli yönetmenlerden biriydiniz? Festivalle ilgili izlenimlerinizi merak ediyoruz. Havar beğeni topladı mı?

Önce Kahire’ye gittik, Roma’da Med Film Festivali, İstanbul ve Göteborg’la beraber katıldığımız dördüncü festival oldu. İskandinav ülkeleri arasında çok önemli bir festival. Seyircinin ilgili olduğunu duymuştuk ama ilgi çok fazlaydı. Bizim film bile tıklım tıklım doldu.

İzleyicilerin filmle ilgili tepki ya da eleştirileri oldu mu?

Filmden sonra söyleşi oldu. Feza’yla (Feza Sınar, filmin senaristi) birlikte gittik. Filmin ardından derin bir sessizlik oldu. Feza filmin insan hakları ve kadın hakları üzerine çekilmiş bir film olduğunu anlattı. Söyleşinin ardından birçok izleyiciyle yüz yüze görüşme şansımız oldu. Birçok insan filmden etkilenerek ağlamış, özellikle de kadınlar.

Havar, namus cinayetlerini konu alan bir film. Bu konu hakkında izleyicilerin bir fikri var mıydı, Havar’la beraber mi tanıştılar?

Söyleşide isveçli kadınlar bu namus cinayetlerinin İsveç’te bile gerçekleştiğini anlattılar. İsveç’teki türk ve kürt toplumlarından söz ettiler. Biz projeyi tasarlarkenki nedenle örtüşen bir durumdu bu.

Filmi yaparken sizin bu yönde bir bilginiz var mıydı?

Hatice diye bir kız vardı. Almanya’da bu kızın cinayeti çok yankılanmıştı ama bu kadar yaygın bir şekilde konunun bilindiğini festivalde fark ettim.

Sizin projeyi hazırlamaktaki motivasyonlarınız neydi?

Batman’da genç kız intiharları, namus cinayetleri gazetelerde salgın gibi arttı. Bunu Feza’yla paylaştım. İnsan Batman deyince ürküyor da. 90lı yıllarda faili meçhullerin yoğun olduğu, sokaklarda kimsenin belli bir saatten sonra gezemediği bir şehirdi. Bu konuda bir şey yapabilip yapamayacağımızı Feza’ya sordum. Böyle sessiz, tepkisiz kalmak dokundu açıkçası. Üçüncü sayfa haberi olmaktan ileri gitmeyen bir büyük sorun. Bir tartışma oluşmuyor. Farkında olmadığımız bazı çalışmalar oluyor, ilgi görmüyor. Feza araştırmaya başladı. Gazete araştırmaları yaptı, hukukçuların hazırladığı raporları toparladı, konuyla ilgili kitapları okudu. Gerçek birkaç olayı dinledi ve senaryoyu oluşturdu.

Siz belgeselcilikten gelen bir yönetmensiniz. Filmde bu yönünüzün katkısı var mı?

Tabii izleyenler bunu fark ediyor. Belgesel sinemaya yönelik saygım filmde kendini gösteriyor. Sosyal-gerçekçi bir film oldu. Hayatın bir bölümüne kamera konmuş gibi algılanıyor film izleyici tarafından. En azından konuştuğum izleyiciler öyle söylüyor.

Bu yıl Türkiye sineması fark edilir sayıda politik tema içeren film üretti. Ancak genelde önde bir insan hikayesi, fonda sosyal olaylar şeklinde filmler tasarlanıyor. Bu yaklaşımda bir kaçak dövüş hissediyor musunuz?

Türk sineması tarihine bakarsak; belli bir dönem sinema sanatıyla tanışma ve tiyatrocuların egemenliği olduğu bir süreç yaşanıyor. Faruk Kent ilk defa stüdyoların dışına çıkıyor ve tiyatro oyuncuları olmadan film çekiyor. O günün koşullarında çok zor. Kendisiyle bu deneyimlerini uzunca konuşmuştum, sonra kaybettik kendisini. Sonra keskin bir dönüm noktası Lütfi Akad. Sinema sanatını sosyal-gerçekçilikle o tanıştırıyor. Arkasından Yılmaz Güney geliyor. Yeşilçam sinemasının o günkü durumuna bir karşı çıkış yapıyor. Onun yetiştirdiği asistanlar da aynı gelenekten devam ediyor. Ve 12 eylül. Korkunç bir dönem. Herkesin başına gelen sinemanın başına da geliyor ve geri çekilme, bireysel hikayeler başlıyor. Başka bir alana gidiyor, insanların yaşadığı psikolojiden kaynaklı bir şey.

Pekiyi Türkiye sinemasında yeni dönem diyebileceğimiz 90 sonrası?

Yeni dönem şöyle açıklanabilir: sinemadaki 80 sonrası süreç bir noktada 90lı yılların başında dağılınca, derin bir kriz başladı. Sinema sanatını seven bağımsız gençler, kendi çaba ve birikimleriyle film yapmaya başladılar. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu gibi isimler sinema sanatına odaklı bir şekilde ortaya çıktı. Artık onlar için akım bile diyebiliriz. 2000li yıllara geldiğinde yer yer daha politize olmuş bir kuşak da yetişiyor. Hüseyin Karabey, Kazım Öz ve Özcan Alper de bu yeni kuşağı oluşturuyor. Bu da yeni bir durum olarak algılanabilir. Tek tük geçmişte örnek olduysa da bu yönetmenler ilgi gördü, gişede yer yer başarı kazandı, festivallerde başarı kazandı.

Tekrar sorayım o zaman, bir cesaret eksikliği görüyor musunuz?

Bu dönemdeki filmler cesur filmler. Kaçak güreşmiyorlar bence. Ne söylemek istediğini, nasıl söylemek istediğini bilen insanlar. Bu hem sinemamızın bir zenginliği oluyor, hem de biçim olarak yeni bir şey ortaya koyuyor. Sanat biraz da insanla ilgili. İnsan toplum demek. Halkla buluşmada sorun yaşamıyorlar.

80li yılların sonunda tam da Türkiye’de sinema öldü derken bu kuşak ortaya çıktı. Aslında dünyada bağımsız sinema, gelişkin olan popüler sinemaya alternatif olarak çıkar. Türkiye’de işler tam tersi gitti diyebilir miyiz?

Biraz öyle oldu. Ben 20 yıldır bu sektörde hem asistan hem yönetmen olarak çalıştığım için gözlem yapma şansım da oldu. Hakim yapı, öncesinde yeni yönetmenlerin yetişmesine izin vermiyordu. Üretme kapasitesi olan birçok kişi yanlış dönemde yaşadıkları için üretemeden yok oldular. Alp Zeki Heper (en önemli filmi Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri, 1966) en önemli örneğidir. Türkiye’de şöyle bir şey oldu. O yapı çökmeseydi yeni bir kuşak yetişebilir miydi bilemiyorum. İmkânsızlıklar insanı yaratıcılığa zorluyor. Sonuçta bana göre insanın ne yapmak istediği, nasıl yapmak istediği önemli. Hikaye önemli. Kalanı hep çözülecek sorunlar.

194638477_678d30cd77_o.jpg

Havar sizin ilk sinema filminiz. O kadar belgeselin üstüne şimdi uzunmetraj. Yönetmen olarak daha çok hoşunuza gitti mi?

Ben sinemaya Yavuz Özkan’ın asistanı olarak başladım. Film çekmek için bu işe başladım. 88de asistanlığa başladım 93 yılında ayrılmaya karar verdiğimde sinema derin bir krize girmişti. Ya sektörü terk edip başka bir işle ilgileneceksiniz ya da bir şey düşüneceksiniz. Film yapılmayınca ne oluyor? Yönetmenler, senaristler, oyuncular oturup hatıralarını anlatmaya başlıyor. Ben buradan çok iyi işler çıkabileceğini fark ettim. Seri olarak türk sineması üzerine belgeseller hazırladım. Kendimi geliştirmek adına iyi bir yöntem oldu, sinema sanatından kopmamış oldum ve koşullar oluşunca da filmimi yaptım. Yine binbir zorlukla tabi tahmin edersiniz. Türk sinemasının Bülent Oran’dan, Faruk Genç’ten Orhan Aksoy’a kadar öykülerini dinledim. Bunların belgesel olarak aktarılması da çok önemliydi. Belgeseller de çoğaldı şimdi. Çok fazla öyküyü aktarmış olduk. Bunlar da benim adıma çok sevindirici.

Havar’a tekrar dönersek. Filmi Batman’da hazırladınız. Havar’ın dışında o yöreden size neler kaldı?

Batman’a daha evvel gitmemiştim. Üniversite öğrencisi olan, sinemasever Mustafa adında bir arkadaşım var. “Ben seni gezdiririm, yardımcı olurum” dedi. “Tamam” dedim. Batman’a bir gittim, otelimi ayarlamış, belediye başkanından randevu almış. Beni iyice bir gezdirdi orada. Hasankeyf’e gittik. Kafamdakinden farklı bir Batman’la karşılaştım. Amatör tiyatro yapan insanlar vardı orada. Onlarla tanıştım, çabalarını gördüm. Başta filmi profesyonel oyuncularla yapmak istiyordum. Sonra orada fikrimi değiştirip amatör tiyatrocular ve köy halkıyla beraber filmi yapmaya karar verdim.

Zor olmadı mı?

Şimdi bu biraz benim yapımla ilgili olarak kolay çözüldü. Benim otoriter bir yapım olmadığı için, bağıran çağıran biri olmadığım için arkadaşlarla film yapmış olduk. Hepsi kardeşim artık. Çekim süresince yaklaşık 1 ay sorun yaşamadan, hem tanışmış olduk, hem de bir projeye gönül vermiş olduk. Bu köklü ayrışmalara son vermek için sanayi ve silah kadar sanata da yatırım yapmak gerekiyor. Belki en önemlisi bu.

Sanatçılarda böyle bir vizyon var mı? Bu köprüyü oluşturabilecek aydınlarımız var mı? Cihangir’de dolaşıp konuşmak gibi değil sanırım Batman’da bir şeyler yapmak.

Sanatçılar ve aydınlarla ilgili orada kafamda soru işaretleri oluştu. Film, İstanbul Film Festivali’nde oynadı. Bir sürü noktası vardı, onlardan çok söz etmek istemiyorum. Sonuçta film ödül almadı. Üç ay kadar sonra Sinemaskop dergisinden Tayfun aradı. “Abi ben bir jüri üyesiyle konuştum, ödülü Havar’a vermişler sonra tartışma çıkmış, geri almışlar” dedi. Ben bilmiyorum, bu işlerle de ilgilenmem. “Ben bir yazı yazacağım ama filmi izlemek istiyorum” dedi. Ben ona filmi izlettim, “Sonuçta bu benim röportajımda kayıtlı” dedi. En iyi film mi yönetmen miydi ben hatırlamıyorum şimdi. Neden böyle oldu dedim? Onu kendi köşesinde yazdı. Türkiye’yi kötü tanıtacak diye ödül verilmemiş. Başta aydınlattığım noktaya dönüyorum. Bu olaylar Avrupa’ya kadar taşınmış zaten. Bu zaten bilinen bir şey. İkincisi nasıl bir aydın tavrıdır ki? Tam da söz ettiğiniz gibi bir köprü kurma fırsatı yakalanmış. Sonuçta Batmanlı bir genç kız, kendi sorunuyla ilgili filmde rol almış, cesaret örneği göstermiş. Bu herhangi bir durum gibi nasıl davranabiliyorsun? Bu sorunlardan uzaklaşmanın nasıl bir yararı olabilir?

Sizce?

Bilmiyorum ama bize çok şey kaybettiriyor. Ben şunu hayal ettim; film belli bir noktada olmasa bu kadar festivale katılamaz, İstanbul Film Festivali’ne hiç katılamaz. Benim de zaten ödülle falan bir derdim yok, filmin gösteriliyor her yerde. Şu kıza bir jüri özel ödülü verin bari. Batmanlılar bir gurur duysun. Bizim kızımız gitti desinler. Paralar da, ödüller de sizin olsun ama insani bir şey yapın. Bir el uzatın. Bu köprüye bir katkınız olsun. Oradaki insanların ilgisini ben gördüm biliyorum. Basit bir şey yani. Burada işte aydın hangi aydın diye soruyor. Nasıl bir Türkiye burası? Geçen gazetede yine haber vardı. Genç kızlar salgın gibi ölürken, buna duyarsız kalınmasını anlamıyorum.

Ölümlere, işkencelere, intiharlara alıştık mı yoksa?

Alışkanlık değil. Batman’a gittim çekimleri yaptık, filmi gösterdik. İki üç gün orada kaldım. Bir kafe vardı, izleyicilerle orada konuşuyorduk. 20li yaşlarında genç bir kızla konuşuyoruz. Üniversiteye hazırlanıyor, bakış açısı olan, kafa yoran da bir kızdı. Konuşurken, anlatırken “Bir dönem ben intihar etmeyi düşündüm” dedi. Bu nasıl bir şey? Yaşamla ölüm arasında bu kadar ince bir çizgi oluşunu görünce şaşırıyorsunuz. Ne kadar da kolay söyleyiverdi… Bu durumun bir salgın gibi yaygınlaştığını da biliyorum. “İnsanın aşamadığı sorunları oluyor ama temel nokta sizin hayatınızda bir sanat dalıyla ilgilenmek olsun” dedim. “İçinden çıkılması çok güç acılarınız olabilir, yazı yazın, resim yapın, sinemayla ilgilenin. Benden nasıl bir yardım isterseniz yapalım. Sinema atölyesi açalım burada, resim atölyesi isteyin bir arkadaşımı yönlendireyim, organize edelim gitsin gelsin. Bir şeyler yapalım” dedim. Bir yolunu bulalım istiyorum. İç içe kardeşçe yaşamanın yollarını aramak lazım. Bu filmi yaparken ben bu ötekileştirmeyi gördüm.

[dailymotion k4kOGrexDEJwehUFYY]

Bu filmden yola çıkarak taşradan bir bilgi, bir haber almış olduk. Namus ya da töre cinayetleriyle ilgili olarak namus cinayetlerinin Güneydoğu yöresine özgü bir durum olduğu düşüncesi var mı? Özellikle Türkiye’nin batısında.

Oluyor ama ben öyle düşünmüyorum. Filmdeki duruşum şu; bu bir insan hakları ve kadın hakları filmidir. Kadına yönelik şiddet dünyanın her yerinde var. Farklı boyutlar alabiliyor ama hepsi aynı. Benim filmim oraya özgüdür diye bakmıyorum. Benim tepkim kadına karşı şiddete yönelik. Sanatın bu anlamda işlevsel olması gerekliliğine inanıyorum.

Sinema derneklerinde önemli görevler aldınız. Örgütlenmeye yönelik çabalarınızdan söz eder misiniz? Bu yapılar Türkiye sinemasına neler kattı?

Yapı olarak örgütlü çalışmaya daha yatkın biriyim. İyi mi yaptım bilmiyorum. Belki bunlarla ilgilenmeyip, filme odaklanmak gerekirdi ama ben önemsedim. Genç Sinemacıların çağrısını yapmıştım, başkanlığını üstlendim. Oyuncular, yönetmenler arasında bir tartışma başladı. Nasıl krizden çıkılacağını konuştuk. Ama dediğim gibi önemli ama hamallığını çok yapmış olduk. O çabalar olmasa belki de bu kadar iyi durumda olmayabilirdik. Yasa değişikliği sürecinde SETEM’le çok çalıştık. İlk film kategorisini festivallere soktuk. Yeni yönetmenlerin boğulmasını önledik. Hepsi de belli başarılar alıyor.

Son dönemde izleyip de çok hayran kaldığınız filmler hangileri oldu?

Üç film: Sonbahar, Gitmek ve Fırtına çok iyi filmler.

4 yorum

  1. iksv anlatıldığı gibi bir hareket içerisine girdiyse korkunç bir olay. umarım bir yanlış anlaşılmadan ibarettir, doğru değildir. nasıl olur da “türkiye’nin imajını kötü etkiler” diye ödül vermezler?
    o zaman festival kapsamına hiç almasınlar!

  2. iksv anlatıldığı gibi bir hareket içerisine girdiyse korkunç bir olay. umarım bir yanlış anlaşılmadan ibarettir, doğru değildir. nasıl olur da “türkiye’nin imajını kötü etkiler” diye ödül vermezler?
    o zaman festival kapsamına hiç almasınlar!

Yorum Gönderin