Mitlerin Köklerinde: Immortals (Ölümsüzler)

Batı kültürünün sırtını bu denli güçlü bir şekilde Yunan Mitolojisine dayamasının gerekçesi Batı’nın köken kavramıyla ilgili derin takıntılarında yatmaktadır. Batı kültürünün belki de en önemsediği öğelerden biri olan köken sürekli olarak anımsanması ve üzerine gidilmesi gereken bir kavramdır. Batı kültürünün kökeni önemsemesindeki en önemli amaç süreçleri izlenebilir kılmasıdır. Mitolojinin kökensel olarak Batı toplumlarında bunca anımsanması ve bunca önemsenmesinin nedeni biraz da budur. Zira bu şekilde kültürel olarak Batı hem ne kadar “köklü” olduğunu hatırlayacak hem de bu kökenden bu yana ne kadar “geliştiğini” görebilecektir. Bu anlamda merkeze bir noktayı yerleştirerek anlamın ilerleyişini takip ederek tanımlanabilirliği kolaylaştıracaktır. Mitoloji merkezli bir algının geliştirilmesi ve sürekli olarak mitolojiye bir dönüşün yaşanması da bununla ilişkilendirilebilir.

Birçok filozofun ya da edebiyatçının eserlerinde mitolojik göndermeler yapmasının kaynağını da bir açıdan burada bulmak mümkündür. Zira Batı’nın Hristiyanlaş(tırıl)ma sürecine girmesiyle baskın inancın Hristiyanlık olması mitolojiye sırt dönülmesi anlamına gelmez. Mitolojik imgeler Hristiyanlıkla birlikte yeniden düşünülür, şekillendirilir ve deyimi yerindeyse yaratılır. Bu açıdan Şeytan-Dionysus, Zeus-Beyaz Sakallı Tanrı, Meryem-Artemis (bekaret) vb. birçok imge (ikonik bağlamda) Hristiyanlıkta da takip edilebilir bir tema olarak gözlemlenebilir. Zaten 16.yy’da Protestan inancıyla birlikte tekrar mitolojik çalışmalar yoluyla Hristiyan ahlakının yeniden üretildiği çalışmalara bir dönüş yaşanması bir rastlantı değildir (¹). Bunun dışında Milton’dan Tennyson’a, Tennyson’da Joyce’a ve onlardan daha birçok yazara ulaşan edebiyat geleneğinde de bu izlerin ciddi anlamda gözlemlenebilir olmasının yine rastlantısal olmayan bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan Batı kökensel olarak mitolojiyi asla bırakmaz çünkü mitoloji onun bütün ikili karşıtlıklarının ve özne-nesne ilişkisinin başlıca belirleyicisidir. Bu anlamda mitoloji Batı’nın sırtını dönemeyeceği “bel kemiği” yani kökleridir.

Bir Kahraman Yaratmak: Theseus

Bu izleği takip ederek izleyebileceğimiz bir film Singh’in Immortals’ı. İlk bakışta çok basit bir şekilde başarılı bir “mitolojik aksiyon” olarak tanımlanabilecek bir film olsa da altında yatan birçok öğe barındırmakta. Her şeyden önce yönetmenin Singh olması dikkate değer bir ayrıntı. Yönetmenin bir önceki filmi The Fall’un içerisinde de aslında Batı kültürünün bir portresini yarattığını ve bu işe kafa yorduğunu görebiliyoruz. Darwin’den Büyük İskender’e giden bir seçkinin içine bile bile “oryantalist” imgeler yerleştirdiği macera öyküsü ve onun üzerine eklediği bir dublör imgesiyle hem Batı’nın Doğu algısıyla alay ediyor hem de Batı kültürünün öykü anlatısı yoluyla seyircisine bir Batı portresi çiziyor kültürel bağlamda. Bu açıdan mitolojik bir öykü olan Theseus’a el atmasına aslında pek de şaşırmamamız gerekiyor.

Theseus, kökensel olarak Atina’nın kurucu figürü olması sebebiyle dikkate değer bir yer tutar Yunan kültüründe. Atina, sanatın ve uygarlığın kalbidir bu kültür içerisinde. Bu sebeple öykünün başkahramanının Theseus olması oldukça önemli bir ayrıntı, ancak Singh öyküyü uyarlarken biraz “farklı” bir uyarlama yoluna giderek Theseus’u ve annesini tipik “köylü” figürleri olarak çizip Theseus’u da annesinin tecavüze uğraması sonucunda doğmuş bir çocuk olarak resmediyor. Öykünün böyle bir dönüşüme maruz bırakılması konusunda Singh bunu yapma amacının öyküyü biraz daha “başarı” öyküsüne dönüştürme isteği olduğunu söylese de (ki bu boyutu da ilerleyen kısımlarda bir inceleme unsuru olarak görülecek) bunun filmin çizgisi içerisinde oldukça başka bir yerden de görebiliyoruz. Theseus’un soylu bir kralın oğlu olmak yerine basit bir “köylü” figürü olarak resmedilmesi onun “ilkellikten uygarlığa” doğru yapacağı “içsel” yolculuğu daha bütünlüklü bir şekilde imliyor. Kısacası filmi bütünlüklü olarak okumaya kalktığımızda onu Theseus’un uygarlaşmayla imtihanı olarak görebiliriz. Elbette bunun hangi ölçütlerde ve nasıl gerçekleştirildiğiyse filmin tavrı anlamında elimize güçlü bir Batı kültürü portresi vermekten çekinmiyor.

Theseus bir “kahraman” olmak üzere yola çıkmasına rağmen çok önemli bir sorunla yüzyüze: Tanrılara olan inancı. Mitolojik öykülerin belki de en vazgeçilmez noktalarından biri tanrılara olan inancın sınanmasıdır. Eğer bir karakter (özellikle de bir kahraman ya da kahraman olmaya aday bir figür) tanrılara olan inancıyla ilgili şüphelerinde tercihini inanmamaktan yana yaparsa onun sonu trajik bir ölüm ya da başka bir cezadır. Bu sebeple Theseus’un uygarlığa geçebilme sürecinin bir parçası da tanrılara olan inancının sınanmasından geçer. Serüvenine “inançsız” olarak başlayan Theseus annesinin inancıyla çatışarak başlar. Annesinin başına gelenler ve yaşadığı koşullar onu “inanç”sızlığa sürüklese de serüvenin ilerleyen kısımlarında tanrıların da dahil olmasıyla birlikte inancını sorgulayarak tavrını değiştirmeyi tercih eder ve kahramanlığın önemli bir kavramını da özümsemiş olur.

Uygar-İlkel Çatışmasının Eşiğinde Tanrılar

Diğer taraftan inancın filmde konumlandırıldığı nokta oldukça önemli. Hatta filmin kökensel (mitolojik) bir yapı olarak “uygarlığı” anlattığı gerçeği de burada düşünülmeli. Mitolojik kökende ikili çatışmaları kurması ve onlardan bir tarafı da üstün bir konuma yerleştirmesi atlamamamız gereken bir nokta. Yunan geleneğinde hepimizin bildiği bir gerçek varsa o da Yunan kültürünün en merkezi öğesinin uygarlık olmasıdır. Uygar olma, ilerleme, gelişme vb. normlar Antik Yunan kültürünün başlıca nosyonlarından ve Batı geleneğinin de ciddi anlamda takip edilebilir izleklerinden biri bir bakıma. Zira bu öğenin dini bir hiyerarşinin kapılarını aralaması da elbette ki film için kaçınılmaz. Tek tanrılı bir din olmaması sebebiyle mitolojide ikili çatışmanın Şeytan-Tanrı ikilisi üzerinden kurulmadığı bir gerçek. Bu sebeple onun yerini burada Titanlar-Olimposlular arasındaki çatışma alıyor. Titanomakhia savaşında Zeus ve diğer Olimpos tanrılarının savaş açtığı Titanlar (Kronos, Okeanos, Tethys vb.) bu savaşta yenilgiye uğrarlar ve iktidarlarını yitirirler. Bu savaşın sonucunda başa gelen Olimposlu tanrılardır ve Titanlar yenilgileriyle köşeye çekilirler. Singh’in filmindeki öyküde bir küp mekanizmasının içine hapsedilen Titanlar “tanrısal” rollerini yitirmişlerdir. Bu noktada Titanların ve Olimposluların temsili ciddi anlamda gözden geçirmeye değer nitelikte. Titanların ağızları demirden bir çubuğa yerleştirilmiş, ayakta durur bir pozisyonda, korku dolu bakışlarla sergilendiği sahneyle açılıyor film. Titanların, Amerika’ya taşınan kölelerden, zorla sürgüne gönderilen insanlardan ve daha birçok kez öteki konumuna itilmiş olan gruplardan çok da farkı yok. Bu anlamda Titanlar filmin “öteki” (ikili karşıtlıktaki “aşağı” olanı) temsili olarak yer buluyorlar kendilerine.

Olimposlulara bakıp gördüğümüz temsilse şüphesiz ki bunu destekler nitelikte. Yüksek bir dağın tepesinde altın kaskların, elbiselerin ve aksesuarların içinde; “şairane” bir lisanla adeta uygarlığın temsili olarak sunulan bu figürlerse filmde “ideal” (ikili karşıtlıktaki “üstün” olanı) temsili olarak yer alıyor. Bu anlamda film, “ilkel” tanrıların yenilgiye uğradığı bir savaştan başarıyla çıkan “uygar” tanrılara inanılan bir döneme tekabül ediyor. Yine de daha rasyonel ve materyal bir evren düzeninin peşinden koşan halk tanrılara olan inancı da sınıyor ve onların sadece “mit” olarak tutulmaları gerektiğini düşünüyor. Bu bağlamda “uygar” tanrılar da onların rasyonel bir uygarlık kurma çabalarındaki insiyatiflerini baskılayan bir öğeden fazlası olmuyor. Bu açıdan Theseus’un yine yeryüzüne yeniden çıkarması gereken “inanç” aslında “ilkel” olan bir inanç değil. Yani Theseus’un dini olarak yaşayacağı “sınama” deneyimi de esasında fazlasıyla “uygar” bir deneyim.

İkili karşıtlığı incelemek adına bunu temsil eden iki figür üzerinden bakmamız daha iyi olacaktır. Bu anlamda Olimposluların temsilcisi olarak Zeus’u, Titanların temsilcisi olarak da Hyperion’u alabiliriz. Zeus’un Theseus’u eğitmesi ve bu anlamda da onun tanrısallıkla olan bağlantısını kurması atlamamamız gereken bir detay. Zira Zeus’un nazarında Theseus onların “uygarlık” tanrıları rollerine dönüşlerini sağlayacak ve Hyperion gibi “ilkel” bir tanrıyı yenecek kişi olarak görülüyor. Bu anlamda Theseus’un Batı uygarlıklarındaki kahraman stereotipi içinde görülebilirliği de iyice kesinleşmiş oluyor. Zeus’un onun üzerine kurmuş olduğu beklentilerin gerçekleştiricisi olarak rolünü tamamlamaya çalışan Theseus aslında “sağlıklı” bir “uygar”lığın da kapılarını açacak figür olarak resmediliyor.

Hyperion’un (nasıl kaçtığı anlatılmasa da) Titanlardan olması ve Olimposlulara savaş açması aslında “uygar”lığa darbe vurmaya çalışan “ilkel” temsili esasında. Kıyafetleri, hareketleri ve “vahşi”liğiyle hem bir anti-kahramanı hem de bir “ilkel”i çiziyor Hyperion. Eski düzendeki rolünü isteyen Hyperion’un ters istikamette gidecek bir Titanomakhia savaşının peşinde olduğunu filmde görebiliyoruz. Bu anlamda tarihi tersi yöne döndürme isteğinin temsilcisi olarak Hyperion Batı kültürünün kenara atmak istediği ve uygarlıklarının önündeki engel olarak gördüğü bütün “öteki” figürlerinin Hyperion üzerinden yaratıldığı şüphesiz bir gerçek. Zira Olimposlu tanrılara karşı takındığı tutumunsa direniş ve yenme isteği olması da bütünüyle bu rolü destekliyor. Bu anlamda inancın ve inanılan dinin uygarlığın temsili olduğu bu yolculukta Theseus’un “inançsal” duruşu bu ikili çatışmada onun kahraman kimliğiyle sorununu “çözüm”e ulaştırıyor.

Bir Aksiyon Figürü olarak Theseus

Kahramanlık süreci içerisinde Theseus’un önündeki bir diğer engelse sınıfsal olarak konumlandırıldığı nokta oluyor. Normal öyküde Theseus bir kralın oğlu olduğunu keşfediyor ve bu keşfedişle birlikte kimliğini yeniden yaratma sürecine giriyor. Oysa burada Singh öyküyü değiştirerek bu tecavüz öyküsünü ve sınıfsal olarak alt sınıf oluşunu ekleyip Theseus’u yükselmesi gereken bir figüre dönüştürüyor. Bu noktada olayın içine filmin aksiyon geleneğine eğilen tarafı ortaya çıkıyor. Yönetmenin yapmış olduğu bu değişimin filmin aksiyon türüne ait olmasıyla bağdaştırmamız mümkün (²). Mitolojik öykülerde ve epik eserlerde genelde kahramanlar “tanrısal” güçlerini keşfeder ve sonrasında aslında oldukları şeyin üzerine eğilirler. Bu sebeple kahramanlığın tabanında “keşfediş” teması hakimdir ve ancak bu “keşfediş” sayesinde kahraman olma yoluna girebilirler. Diğer taraftan aksiyon sinemasında kahraman genelde sıfırdan başlar ve bir şekilde özel bir güce sahip olduğunu öğrenerek ya da bir olay sonucunda kahraman olabileceği gerçeğinin kapılarını aralayarak kişisel disiplin, çalışma, özveri vb. kavramlarla sıfırdan zirveye yükselir. Zaten Theseus’un bedensel çalışmalar ve Zeus’tan öğrendiği teknikler sayesinde bir kahramana dönüşme süreci oldukça güçlü bir şekilde filmde ima edilen öğeler arasında. Bunun Zeus yoluyla yapılması başta bahsettiğim “ilkellikten uygarlığa” yaşanan içsel yolculuğu da destekliyor ve bu türsel yapılanmayı da okunmaya müsait bir hale dönüştürüyor. Bu imalar sayesinde Theseus’un Hyperion’un gelişiyle kahraman olabilme ihtimalinin farkına varması ve senelerce ciddi anlamda çalışması onu bu aksiyon geleneği içerisine çok tutarlı bir şekilde oturtuyor. Theseus’a bu anlamda metaforda verilen rolle “türsel” yerleştirmede verilen rolün bir şekilde bütünlendiğini görüyoruz. Batı geleneğinin kökendeki yapısına bir bakış atan Singh’in bunu türsel anlamda “baskın” olan bir film türünün sınırlarıyla birleştirmesi de biçim ve içerik açısından oldukça tutarlı bir tablonun ortaya çıkmasına yol açıyor.

Değişimin Nazarında İkili Çatışma

Theseus’un bu iki engeli yenerek kahraman statüsüne ulaşması ve Hyperion’u yenilgiye uğratması bir yana filmin Theseus’un oğlu Acamas’ın öyküsüne de kapıyı açarak bırakması da elbette ki bir tesadüf değil. Zira Singh bu şekilde bunun bir gelenek olduğunu ve devam edeceğini (hem devam filmi açısından hem de kültürel olarak) anlatıyor. Bütün bu noktalar düşünüldüğünde Singh’in yine (The Fall’dan sonra) Batı kültürü üzerine düşünen bir film yaptığını görüyoruz. İkili çatışmanın hakim olduğu Antik Yunan’ı ele alarak onu da semboller düzeyinden yeniden yaratarak aslında din,toplum,halk,sınıf vb. birçok kavramın ilk dönem Batı algısıyla günümüz arasında çok büyük farklar göstermeksizin kendini sürdürdüğünün altını çiziyor. Bu açıdan da bu ikili karşıtlıkları (ve birinin üstünlüğünü) besleyen ve merkezine bir sözcüğü (uygarlık, din, toplum, rasyonalite…) alan bu zihniyetin devam etmesi olasılığı içerisinde değişimin ancak bu ikili çatışmanın sınırları içerisinde kalacak bir “yapay” kavram olacağını gösteriyor bize.

Elbette ki bu “gösteri” içerisinde filmin durduğu nokta da önemli. Bu açıdan Batı tarihindeki değişim ve dönüşümün sürekli olarak bu ikili karşıtlık çerçevesi içerisinde gerçekleşmesini film içerisinde görsek de “yapay” dönüşüm etiketinin filmin algısı içerisinde durduğu nokta tartışmaya açık. Filmin ilk bakışta basitçe Batı’nın uygarlığını yücelterek “ilkel” olanı ikilikte aşağıda gördüğünü ve bu sebeple de (çok karşılaştırılan ve karşılaştırılacak olan “türdaş”ı) 300 Spartalı’dan farklı olmadığını söylemek mümkün. Yine de biraz daha içine girdikçe Singh’in (daha doğrusu filmin) tavrının biraz gözlemci bir noktada seyrettiği görüşündeyim. Bu anlamda filmin Batı gözünden bakan bir tarafı olduğunu ve bu algılarla görselliğe döküldüğünü reddetmesem de bu ikili çatışmada birini üstün kılan bir tarafı olmadığını düşünüyorum (³). Yani Singh’in sadece gösteren tarafının film içerisinde etkin bir konumda durduğunu ve bu sebeple de aslında karşıtlıktaki iki öğeden birini diğerinin üstünde tutan bir tavırdan daha çok Batı’nın bu karşıtlıklarda üstte tuttuklarının (ve üstte tutmaya devam ettiklerinin)kökendeki konumunu incelediği görüşündeyim. Elbette bir çözüm ya da eleştiri getirmediği için pasif bir tavır takındığı söylenebilir. Yine de filmin mitoloji evreninde dolaşırken bu kültürün kendi ikiliklerini olduğu yerden başka bir yere (pek de) taşımadığını göstermesi açısından göstermeci tarzının yerinde olduğu kanaatindeyim. Ayrıca bu göstermeci tavır bir anlamda seyircisinin yorumlamasına da alan veren bir yapıda olduğu için sizin yapacağınız birçok yoruma da açık kapılar bırakıyor.
——————–

(1) 16. yy.’da Protestan resim sanatı, kilisenin dini bir öğe olarak aradan çıkması ve kiliselerde yapılan dini temalı çalışmaların arka plana atılması sebebiyle dini resimlemeler alanında ciddi bir sekteye uğrar. Bu sebeple Goltzius, Spranger, Wtewael, Matham, Vermeer gibi sanatçılar Mitolojik öyküleri varolan ölçütleriyle (çıplaklık, aşırılık vs.) resmederler. Bu çalışmaların altında sanatçıların mitoloji yoluyla Hristiyanlık’ta da varolan günahları resmeder. Kısaca mitoloji Hristiyanizasyon yoluyla Hristiyanlık öğretisinin bir aracı olarak kullanılır.
(2) Filmin “ilkellikten uygarlığa” giden bir öykü anlatması sebebiyle böyle bir değişime gittiği düşüncesiyle, aksiyon geleneğine sadık kalmak adına böyle bir değişime gittiği düşüncesi ilk başta çelişkili gözükse de; birinin biçimsel diğerinin içeriksel oluşu sebebiyle ikili bir amaçsallığa sahip olduğu düşüncesiyle yaklaşılabilir.
(3) Singh’in görsel olarak bu ikiliği alt-üst ilişkisi üzerinden göstermediğini iddia etmemekle birlikte bu yöntemin ikiliği tekrar etmek için değil de çizgileri daha net çizerek “tekrardan” bakabilmemiz için kullandığı düşüncesindeyim.

Yorum Gönderin