Ben Affleck: Aktör Ben Affleck yönetmenliğe geçmeden önce arka arkaya epey kötü filmlerde rol alarak neredeyse kariyerini bitirme noktasına gelmişti. Kariyeri bitmese bile pek saygı duyulan veya el üstünde tutulan bir aktör değildi. 2007 yılına geldiğimizde ise işler değişecekti. Affleck yazıp yönettiği, başrolünü kardeşi Casey’ye teslim ettiği “Gone Baby Gone” uyarlamasıyla “Good Will Hunting”den beri almadığı olumlu eleştirileri alacak ve kariyerini kurtaracaktı. Bu başarılı filmden sonra yeni filmi üç sene sonra 2010’da gösterime girecekti. Boston’da geçen bir aksiyon/gerilim filmi olan “The Town” ile olumlu eleştiriler almaya devam edecekti. İkinci filmi “The Town”ı yazarken Michael Mann’ın “Heat”inden esinlenen Affleck, bu filmin başarısına erişemiyor ama yönetmenlik kariyerine çıtayı pek düşürmeden devam ediyordu. Son filmi “Argo” ile ikinci Oscar’ına kavuşarak yönetmenliğini herkese kabul ettirmiş oldu. İran’dan Amerikan rehinelerini kurtarmayı konu alan “Argo” benim nazarımda önceki işleri kadar iyi değildi, Oscarlanacak son filmdi. Affleck yönetmenlikteki bu başarılar sayesinde belki hiçbir zaman çalışamayacağı yönetmenlerle -David Fincher, Terrence Malick- çalışma şansı elde etmiş, gene bu başarılar sayesinde Batman rolünü ve yeni Batman üçlemesinin senarist ve yönetmenliğini kapmayı başarmıştı. Affleck şu sıralar DC’nin çizgi roman uyarlamalarında Batman’i canlandırırken yeni Batman filminin senaryosu üstünde çalışıyor. Ne yazık ki ikinci Denis Lehane uyarlaması “Live by Night”ı 2016 kışından 2017 kışına ertelendi. Kısacası “Argo”dan beş sene sonra yeni bir filmiyle dönebilecek.
Angelina Jolie: Jolie’nin de oyunculuk kariyerinin son zamanlarda pek iyiye gittiğini söyleyemeyiz. Bilhassa “Changeling”den sonra aktris birbirinden kötü filmlerde -“Wanted,” “Salt,” “The Tourist”- rol almıştı. Bu filmlerin başarısızlığından sonra Jolie kamera arkasına geçmeye karar verdi. “In the Land of Blood and Honey” filmiyle vizörünü Bosna Savaşı’na çevirmiş ve bu savaşı fon alan son derece klişe bir aşk öyküsü -Bosnalı bir kadınla Sırp bir adamın aşkını- anlattı. Jolie’nin bu ilk yönetmenlik denemesi, Affleck’in ilk filmi kadar yankı uyandırmadı. Bu filmden sonra Jolie yönetmenlikten vazgeçmeyip arka arkaya iki farklı film çekti. Gene savaş türündeki “Unbroken” ve drama türündeki “By the Sea”. Geçen sene gösterime giren “Unbroken” da Jolie’ye beklediği (?) Oscar adaylıklarını/ödüllerini getirmedi. Kısacası Jolie, Affleck’in başarısına erişemedi. Eşi Brad Pitt’le ikinci kez karşılıklı oynadığı “By the Sea” ile bu sene Oscar’a (yönetmen, oyuncu, senarist) aday olur mu bilinmez ama Jolie’nin hızla film çekmeye devam edeceği kesin. Eric Roth’ın yazdığı “Africa” ve Netflix’in kendisine teslim ettiği “First They Killed My Father” filmlerinin hazırlıklarına devam ediyor.
Melanie Laurent: Fransız aktris Melanie Laurent, ABD ve Fransa’da oyunculuk kariyerini devam ettirirken yönetmenliği de boşlamıyor. Aktris ilk kez 2008’de kameranın arkasına geçti. Önce “De moins en moins” adlı kısa filmi, sonra da “X Femmes” dizisinin A ses pieds adlı bölümünü kotardı. Üç yıllık aranın ardından senaryosunu da yazdığı, başrolünü üstlendiği “Les adoptes” ile ilk uzun metrajını kotarmış oldu. Bu ilk film benim açımdan bayağı (ama öyle böyle değil) sorunluydu. Neresinden tutsam elimde kalıyordu. Fransa’da da pek yankı uyandıramamıştı. Laurent bu filmden sonra oyunculuğa devam etti. 2014’te ise “Respire” adını verdiği filmiyle karşımıza çıktı. Aradan geçen üç senede aktrisin yönetmenlik alanında kendisini epey geliştirdiğini gördük. “Respire” iki kız arkadaş arasındaki sevgi/nefret ilişkisini Hitchcock’un gerilim formüllerini başarıyla uygulayarak, iki karakterini de derinleştirerek, son derece çarpıcı bir finalle anlatıyordu. Senenin kaliteli filmlerindendi. Aktrisin yönetmenliğe ne zaman devam edeceği şimdilik bilinmiyor. Ama “Respire”ın başarısını devam ettirebilirse yönetmenlik kariyeri, oyunculuk kariyeri kadar iyi olacaktır. Ümit vaat eden yönetmenlerden olduğunu belirtmeliyim.
George Clooney: Gelelim son 15-20 senede oyunculuktan yönetmenliğe geçenlerin en iyilerinden olan Clooney’ye. Aktör 2002 yılında ilk kez kameranın arkasına geçti. Chuck Barris’i anlatan “Confessions of a Dangerous Mind” ile yönetmenlik kariyerine olumlu eleştirilerle başladı (tıpkı Affleck gibi). Charlie Kaufman’ın başarılı senaryosunun hakkını verdikten sonra 2005’te “Good Night and Good Luck”ta da başarısını devam ettirmişti. Siyah beyaz çektiği bu filminde senatör Joseph McCarthy’nin icraatlarını basın üzerinden anlatıyordu. Bu iki başarılı filmi dikkatleri pek çekmeyen dönem/spor filmi “Leatherheads” izledi. Hızla unutulan bu filmden sonra Clooney yönetmenliğe üç yıllık ara verecekti. Dönüş filmiyse bol yıldızlı “Ides of March” olacaktı. Ryan Gosling’in başrolde olduğu bu filmde Clooney seçimlere ve politikaya odaklanacak, gücün yozlaştırıcı etkisini anlatacaktı. Bu filmden sonra çektiği, gene yıldız oyuncularla çalıştığı “The Monuments Men” ise başarısını durduran bir filmdi. “Ocean’s Eleven”ın 2.Dünya Savaşı’na uyarlanmış hali olan bu filmin vasatlığını Clooney de erkenden fark edip gösterim tarihini sonbahardan Oscar-ertesi şubata ertelemişti. Özetle; Clooney yönetmenlik kariyerine iyi filmlerle başlayan, iki filmiyle başarısını devam ettirmese de bu alandaki filmleri de merakla beklenecek sinemacılardan.
Jodie Foster: Affleck ve Jolie son filmleri epey kötü eleştiriler alınca ve belki de artık eskisi kadar kaliteli roller kendilerine teklif edilmeyince çareyi yönetmenliğe geçmekte bulmuşlardı. Foster ise daha ’91’de (yani henüz 29 yaşındayken) ilk filmini kotarmıştı. “Little Man Tate” adını verdiği filminde dahi olan bir çocukla annesinin ilişkisini anlatmıştı. Fena olmayan bu ilk filmden dört sene sonra romantik komedi türündeki “Home for the Holidays” filmiyle kariyerine devam etmişti. Hatırda kalmayan bu iki filmden sonraysa yönetmenliğe on altı sene ara verecekti Foster. Dönüş filmiyse Mel Gibson, Anton Yelchin, Jennifer Lawrence’lı “The Beaver” olmuştu. Ne yazık ki aktris bu filmiyle de turnayı gözünden vuramamıştı. Şu sıralar George Clooney, Jack O’Connell, Julia Roberts’lı “Money Monster”ın post prodüksiyonuyla meşgul olan Foster oyunculuktan yönetmenliğe geçtikten sonra çarpıcı, etkileyici bir film ortaya koyamamış sinemacılardan. İleride bu durumun değişmesini umuyoruz.
Meg Ryan: Meg Ryan bir zamanların en popüler aktrisiydi. Şu an adı pek anılmıyor, rol aldığı filmler izlenmiyor, son kaliteli filminin üstünden yıllar geçmiş olabilir. Bunlar onun bir zamanlar en çok sevilen aktrislerinden olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Romantik filmlerin (yaşlanana kadar) vazgeçilmezi olan Ryan da kameranın arkasına geçti ve “Ithaca” adını verdiği filmini çekti. Ryan filmini William Saroyan’ın ’43 yılında piyasaya sürülen, Pulitzer ödüllü aynı adlı romanından uyarladı. Film bir ailenin savaş zamanındaki sıkıntılarına 14 yaşındaki Homer’ın gözünden odaklanıyor. 2016’nın “büyüme” (coming-of-age) temalı filmlerinden olan “Ithaca”nın başrollerini Ryan, Ryan’la iki romantik filmde rol alan Tom Hanks, Sam Shepard üstleniyorlar. Bakalım Ryan bu ilk filmiyle beklediği yankıyı uyandırabilecek ve üstündeki ölü toprağını atabilecek mi? Film yüksek ihtimalle 2016 sonbaharında gösterime girecek.
Türkan Şoray: Oyunculuk kariyerine devam eden Türkan Şoray’ın 1972 yılında “Dönüş” adı verilen filmi yönetmesi istenir. O da bu teklifi kabul eder. Kıymetli senaristlerimizden Safa Önal’ın kaleme aldığı, Kadir İnanır’ın Şoray’la başrolü paylaştığı bu film, Şoray’ın yönetmenlik alanındaki en iyi işlerinden olur. Şoray yönetmenliğe bu filmden bir sene sonra çektiği “Azap” (senarist gene Önal), dört sene sonra çektiği “Bodrum Hakimi” (senarist Önal, başroller İnanır-Şoray) ile devam eder. Şoray’ın kotardığı son film “Yılanı Öldürseler” (1981) olmuştu. Yaşar Kemal’in enfes romanından uyarlanan bu filmde de iyi bir performans ortaya koymuştu Şoray. 81’den beri film çekmeyen Şoray suskunluğunu bu sene bozdu ve setlere döndü. Onur Ünlü’nün senaryosunu yazdığı “Eski Köye Yeni Adet” ile kariyerinin beşinci filmini yapmış olacak. (kaynak: sadibey.com)
Marlon Brando: Sene 1958’de Brando western türündeki “One-Eyed Jack” filmini yönetir, Karl Malden’la beraber başrolünü de üstlenir. Kaliteli westernlerden olan bu film, Brando’ya San Sebastian’dan ödül getirir. Gişe ve ödül başarısına rağmen Brando filmi sevmez. Çünkü bu filmi kendisinin değil, stüdyonun filmi olarak görmüş, stüdyonun kendisine istediği şeyleri yapmasına izin vermediğini belirtmiştir. Sanırım stüdyonun müdahaleleri yüzünden Brando bir daha da film çekmemiştir. Bu arada filmi yönetmesi için Brando’dan önce Stanley Kubrick’le anlaşıldığını, filmin üç yıl gecikmeli vizyona girdiğini belirtelim. Filmle ilgili diğer ilginç ‘trivia’larsa şöyle: Kubrick filmi yönetmeyi kabul ettikten sonra senarist Sam Peckinpah’ı kovar, senaryoyu Calder Willingham’a yazdırtır. Sonra yapımcı, Kubrick’i kovar ve en sonunda film, Brando’ya teslim edilir. Brando’nun ilk kurgusu beş buçuk saat uzunluğundadır. Özetle; Brando yönetmenliğe başarılı bir filmle başlamış ama bunu devam ettirmemiştir.
Warren Beatty: Bir zamanların en çok tercih edilen aktörlerinden olan Warren Beatty yönetmenlik kariyerine Amerikan futboluna odaklanan “Heaven Can Wait” ile başlamıştı. Epey dikkat çeken ve başarılı bulunan bu filmi Jack Nicholson’lı “Reds” izler. Beatty ikinci filmi “Reds” ile ilk filminin kalitesini aşmayı başarır. Bu üç Oscarlı (yönetmen Oscarı dahil) filmden sonraysa Beatty çizgi-roman uyarlaması olan “Dick Tracy” filmini kotarır ve yönetmenlikteki başarısını devam ettirir. Al Pacino ve Dustin Hoffman’ın da rol aldıkları bu çizgi roman uyarlaması, Beatty’nin iyi bir çizgi roman uyarlaması yapabileceğini kanıtlar. Bu filmi takip eden film olan “Bulworth” 1998’de gösterime girer. Politik bir film olan “Bulworth” önceki filmleri kadar yankı uyandırmaz ve Beatty’nin son filmi olur. Ta ki bu sene gösterime hazır hale getirdiği isimsiz Howard Hughes filmine kadar. Daha önce hayatı Martin Scorsese’nin “The Aviator”ında anlatılan zengin mi zengin Hughes’un hayatına bu kez de Beatty odaklanır. Yönettiği diğer filmlerde olduğu gibi başrolü gene kendisi üstlenir. 2016’da gösterime girecek bu filmle Beatty’nin geçen zaman zarfında paslanıp paslanmadığını göreceğiz.
Robert Redford: Oyunculuktan yönetmenliğe geçip bu alanda ustalaşan isimlerden birisi de Robert Redford. 1980 yılında kotardığı aile draması “Ordinary People” ile başlayan yönetmenlik kariyerine dokuz film sığdırmayı başarır. Ama tabii hepsi dört dörtlük filmler değil. Bazı filmleri vasatı aşamaz. Bazı filmleriyse başarılıdır. Genelde vasatı aşan filmler yaptığını söyleyebilirim. “The Conspirator”, “Ordinary People”, “Quiz Show” kariyerinin en iyi filmleri. Aktör Redford hala filmlerde rol alsa da kendisini usta bir yönetmen olarak kabul ettirmeyi başarmış birisi. Ki kanımca bu payeyi sonuna dek hak ediyor. Umarız Redford arayı daha fazla uzatmadan bir film daha yönetir.
Robert De Niro: Oyunculuğa devam ederken yönetmenliği deneyen oyunculardan bir diğeri de De Niro. Usta aktör ilk filmi “A Bronx Tale”i ’93’te çekmişti. Başarılı bir film olan bu ilk filmden sonra ikincisi için hiç mi hiç acele etmemişti. De Niro’nun ikinci filmini ancak 2006’da izleyebilecektik. Matt Damon ile Angelina Jolie’yi buluşturan “Good Shepherd” ile karışık eleştiriler almıştı. De Niro uzun soluklu kariyerinde sadece iki film yönetti. Önümüzdeki senelerde gene yönetmenliğe geçip geçmeyeceğini ise şu an için bilmiyoruz.
Al Pacino: Çağdaşı De Niro’nun aksine Al Pacino daha fazla film çekmiş birisi. Ama Pacino’nun da De Niro gibi arada bir film çektiğini söyleyebiliriz. Pacino’nun ilk filmi belgesel türünde olan “Looking for Richard”. William Shakespeare’in hayranı olan Pacino bu belgeselinde Shakespeare’in “Richard III”sini analiz ediyordu. Bu belgeselden sonra Pacino, “Chinese Coffee” ile yönetmenliğe dört sene aradan sonra dönmüş olacaktı. Arkadaşlığı ve yeni bir senaryo yazma sürecini konu alan bu filmi Oscar Wilde uyarlamaları “Salome” adlı film, “Wilde Salome” adlı belgesel takip edecekti. Bu yapımlardan sonra Pacino kameranın arkasına dönmedi. Genelde pek yankı uyandırmayan, ama başarılı olan filmler çeken Pacino bakalım ne zaman bir film için kameranın arkasına geçecek.
Clint Eastwood: Yönetmenliğe geçtikten sonra bu alanda ustalaşan isimlerden. Eastwood yönetmenlik kariyerine tam 34 film sığdırdığını belirtelim. Tabii doğal olarak her filmi mükemmel değil. Eastwood zaman zaman epey kötü filmlere imzasını attığı gibi enfes filmler de yapıyor. Western türüne farklı bir açıdan yaklaşan “High Plains Drifter”, Charlie Parker’ı anlatan “Bird”, bu filmi izleyen “White Hunter Black Heart”, gene western türündeki “Unforgiven”, gizemli “Mystic River” en iyi filmleri. Son zamanlarda çektiği filmlerde ise “Changeling” ve “Gran Torino” öne çıkıyorlar. “American Sniper”, “Hereafter”, “Letters from Iwo Jima”, “Space Cowboys” gibi ultra-kötü filmler çektiğini de belirtmeden geçmeyeceğim. Ama sonuçta Eastwood daha ilk filminde döktürmüş ve giderek bu alanda ustalaşıp bütün oyuncuların çalışmak için can attıkları bir yönetmen olmuştu. 85 yaşındaki Eastwood kariyerine biofilm türündeki “Sully” ile devam edecek.
Kevin Costner: Aktör Costner kotardığı ilk filmiyle turnayı gözünden vurmayı başarmış sinemacılardan. İlk filmi “Dances with Wolves” on iki dalda Oscar’a aday olmuş, bunlardan yedisini kazanmıştı. Bir hayli kaliteli bir western olan bu filmden sonra Costner, “The Postman” ile ne yazık ki başarısını devam ettirememişti. Costner bu kez de beş Razzy ödülünü “kazanmıştı” (en kötü senaryo, şarkı, aktör, yönetmen, film). Costner başarısız bulunan bu filmden sonra 2003’te (şimdilik) yönetmenlik kariyerinin son filmi olan “Open Range”ı çekti. Gene western türündeki bu film genelde iyi eleştiriler almıştı. Costner aradan geçen on iki senede başka da film yönetmedi.
Jack Lemmon: Bir filmle yönetmenliği deneyenlerden biri de Jack Lemmon. Aktör 1971 senesinde “Kotch” adını verdiği filmini kotarmıştı. Başrolü dostu Walter Matthau’ya teslim etmiş (yapımcı filmin başrolünde Lemmon’ı görmek istemişti) ve bu ilk ve tek filminde emekli bir emlakçının küçük bir oğlanla ilişkisini anlatmıştı. Lemmon’ın bu kaliteli filmi ses, kurgu, müzik/şarkı ve aktör dallarında Oscar’a aday gösterilmişti. Ne yazık ki Lemmon kamera arkasını pek sevmediği, yönetmenlikte rahat olamadığı için bir daha da film yönetmedi.
Zach Braff: “Scrubs” dizisiyle ünlenen Zach Braff 204’te ilk filmi olan “Garden State”i çekmişti. Natalie Portman’la birlikte başrolü üstlenen Braff bu ilk filmiyle karışık eleştiriler alsa da bu alanda gelecek vaat ettiğini düşündürtmüştü. Bu filmden dört sene sonra “Night Life” adını verdiği, kaliteli olmayan bir TV filmiyle kameranın arkasına dönen Braff, “Scrubs” dizisinin bazı bölümlerini yöneterek kendisini bu alanda geliştirmeye çalışmıştı. Aktörün yeni filmini ancak 2014’te izleyebilmiştik. “Wish I Was Here” adını verdiği filminde birbirlerini seven bir ailenin parasızlıkla imtihanlarına mizahı es geçmeden odaklanmaya çalışıyordu. Vasatı aşamayan bu filmden sonra Braff gene bir TV filmi (“Self Promotion”) çekerek yönetmenliğe devam etti. Aktörün şansının bu senedöndüğünü ve ilk stüdyo filmi olan “Going in Style”ın çekimlerine başladığını söylemeliyiz. Braff bu filmde Michael Caine, Alan Arkin ve Morgan Freeman’ı yönetiyor.
Natalie Portman: Aktris Natalie Portman da yakın zamanda yönetmenliği deneyenlerden. Portman, Amos Oz’un kaleme aldığı “A Tale of Love and Darkness” adlı anı kitabını aynı adla sinemaya taşıdı. Bu sene Cannes Film Festivali’nde gösterilen film pek de iyi eleştiriler alamadı. Bu filmden önce “Eve” adlı kısa filmi ve “New York, I Love You”daki bir kısa filmi çeken Portman’ın yönetmenlikte ısrarcı olup olmayacağını zaman gösterecek.
Mecid Mecidi: İranlı usta yönetmen Mecid Mecidi sinema kariyerine bu listedeki çoğu oyuncu/yönetmen gibi oyunculuk yaparak başlamıştı. 1981’de çekilen “Towjeeh” filmiyle sinemaya atılan Mecidi gene aynı sene yönetmenliğe geçiş yaptı. Oyunculuğa ’93’e kadar devam eden yönetmen bu senede gösterime giren “Akhareen abadeh” ile oyunculuğa nokta koydu ve yönetmenlik, senaristlik, yapımcılık gibi kamera arkası alanlara odaklandı. ’81’de çektiği kısa filminden (“Enfejar”) üç sene sonra ilk uzun metrajlı filmiyle (“Hoodaj”) uzun soluklu yönetmenlik kariyerine başlamış oldu, giderek de bu alanda ustalaştı. Listenin en tecrübeli isimlerinden olduğunu söylemek yanlış olacak. Geriye dönüp baktığımızda yönetmenin on bir film çektiğini görüyoruz. 2001 çıkışlı “Baran”, ’99 çıkışlı “Rang-e khoda/The Color of Paradise” en bilinen ve beğenilen filmleri. Mecidi bu sene Hz. Muhammed’i anlatan “Muhammed” ile seyircilerin karşısına çıktı. Yeni projesini ise henüz açıklamadı.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.