Trump Hotel, New York 2015. İki adam ellerindeki elmaları kemirip arada kameraya doğru bakıyorlar. Bu adamlar İsveç sinemasının önemli yönetmenlerinden Ruben Östlund ve yapımcısı Erik Hemmendorff. Force Majeure adlı filminin Yabancı Film dalında Oscar adayı olup olamayacağını takip ederlerken de ileride anmak için kayda alıyorlar.
Videonun devamı bol miktarda hayal kırıklığı, bağrışma içeriyor. Ancak 2015’te Akademi Ödülleri’ne aday olamadığı için büyük bir hayal kırıklığı yaşayan Ruben Östlund, bundan iki yıl sonra, 70. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kucakladı. Çok kısa sürede popüler yönetmenlerden biri haline gelen Östlund’un filmografisi de bu üç yılda kat ettiği mesafe gibi, kısa filmlerden uzun metraja kelimenin tam anlamıyla bir yönetmenlik timsali.
13 Nisan 1974’te daha sonra da okuluna gideceği Göteborg’ta doğan Östlund, sinema kariyerine 90lı yıllarda yönettiği kayak filmleri [1](skiing films) ile başladı. İskandinav topraklarından çıkmış pek çok yönetmenin filmografisinin ilk yıllarına bakıldığında bu genre’a rastlamak mümkün. “Four Hills Tournament” gibi pek çok turnuvaya sahip spor, yönetmen olmak isteyen gencin sahip olduğu kamerayı değerlendirmesi için en büyük fırsat. Bu kayak filmleri ile 2001’de mezun olacağı Göteburg film okulundan kabul almasıyla, 2002’de yapımcı arkadaşı Erik Hemmendorff ile “Plattform Produktion” adını verdikleri yapım şirketini kurdu. Ruben Östlund’un uluslararası sinema kariyeri ise yapım şirketi 2 yaşındayken, 2004’te başladı.
Gitarrmongot (The Guitar Mongoloid) adını verdiği ilk uzun metrajıyla Ruben Östlund, Moskova Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü kazandı. Daha ilk uzun metrajıyla kendisine has bir sinema dili yaratmayı başarabilmiş yönetmenlerden Ruben Östlund, filmini birkaç kısa hikayeyi bir araya getirerek oluşturuyor. Bu yapı, daha sonraki yıllarda diğer iki uzun metrajında da karşımıza çıkacak: The Guitar Mongoloid, Involuntary ve Play.
Bu üç filmde de aynı yolu izleyen Ruben Östlund, seyirciye sürekli yaşananları bir gözlemci olarak izlediğini hissettirir. Bu özellikle de her bir filmi aynı zamanda belgesel özellikleri taşımaktadır. Filmlerindeki bu belgeseli andırır tarzın öne çıkardığı konu ise toplumsal normlardır. Üç filmini oluşturan farklı kısa hikayelerin film endeksli incelendiğinde aynı fikri doğurması ancak bu fikre farklı perspektiflerden yaklaştırması tesadüf değildir. Östlund, önceleri Michael Haneke’den alışık olduğumuz bir tarzı benimser. Filmlerini toplumsal normların ne kadar kolay yıkılabileceğini göstermek için kullanır. Karakterlerini farklı bakış açılarıyla eleştirilebilecek bir durumun içine sokar ve bizler bu karakterlerin çırpınışlarını ve bu normlardan kendilerini kurtarma çabalarını izleriz. Bu bağlamda Östlund sineması, çağdaşı Yorgos Lanthimos’un sinema anlayışı ile de bir paralellik gösterir. İki yönetmenin de filmleri belirli toplumsal tabuların karakterler tarafından kurcalanması üzerine kuruludur. Bu tabuların zarar görmesi karakterleri toplumsal normlarla başbaşa bırakır ve realist bir açı ile bizlere sunulan film, karakterlerin topluma bakış açısındaki değişimler ile sonlanır.
İsmini içerdiği hikayelerinden çoğunda bulunan zihinsel engelli bir çocuktan ve gitarından alan The Guitar Mongoloid ile uluslarası düzeyde tanınan bir yönetmen haline gelen Östlund, kısa metraj yapımlardan asla vazgeçmedi ve bir yıl sonra “Autobiographical Scene Number 6882” adlı kısa film ile seyirci karşısına geçti. Günümüzde Plattform Produktion’un Youtube kanalı aracılığıyla ulaşılabilen film, oldukça basit bir anlatı: arkadaş grubunun bir üyesi gördüğü köprüden suya atlamak ister, yoldan geçen bir adam bunun çok tehlikeli olduğunu ve yapmaması gerektiğini belirtse de arkadaşlarının yanında “korkak” ilan edilmek istemeyen adamın atlayıp atlamayacağı üzerine kurulu bu kısa film, uzun metrajlarına benzer bir şekilde seyircinin gözlemci yerine geçtiği, tek açıdan çekimle yaratılıyor. Ruben Östlund, elindeki küçüklü büyüklü hikayelerle kısa ya da uzun toplumsal normlarla ilgili bir anlatı ortaya çıkarmayı başarıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=YvAq9OhmIDg
2008’de ikinci uzun metrajı De ofrivilliga (Involuntary) filmi ile Cannes’da ilk kez yer aldı. Un certain regard (Belirli bir bakış) seçkisinde gösterilen film ayrıca 2008’in en yüksek eleştiri notlarını alan İsveç filmiydi. Aynı tema çerçevesinde kurulmuş 5 farklı hikayeye odaklanan film, yönetmenin uzun süren ve kesmediği sahneler ile dikkat çekmişti. Pek çok eleştirmen bu durumu, yönetmenin kayak filmlerine dayanan geçmişine dayandırsa da Östlund’un yapmaya çalıştığı şeylerin başında kendi sinema dilini oluşturabilmek geliyordu. The Guitar Mongoloid gibi toplumsal normlar üzerine yazılmış senaryo, Östlund’un sinema dilinin de başarılı örneklerinden birisi haline geliyor.
Ruben Östlund’un uzun çekimleri, İsveç sineması için ayrı bir anlam taşımakta. Yönetmenin erken döneminde “Yaşayanlar” üçlemesinin ilk iki filmini tamamlamış olan Roy Andersson da Östlund gibi uzun çekimler tercih etmekteydi. Bu uzun çekimler Östlund’un öğrencilik yıllarından kalma olduğu gibi yaşadığı dönemin en büyük İsveçli yönetmenine bir öykünme taşıyor da olabilir.
İkinci uzun metrajı sonrası yeniden kısa metraja yönelen Ruben Östlund, yaşanmış bir hikayeden yararlanarak ortaya koyduğu “Incident by a Bank” adlı kısa metrajıyla Berlinale’de Altın Ayı’yı kucakladı. Şimdiye kadarki yönetmenlik kariyerinin en büyük prestiji olan bu ödül, Östlund’un gelecek projeleri için bütçe bulmasını da oldukça kolaylaştıracaktı. Başarısız bir banka soygunun anlatıldığı film, tek çekim olması sebebiyle büyük beğeni topladı ve Ruben Östlund bu kısasıyla tarzının getirilerini yani ödülleri toplamaya başlamıştı.
Sinemasını toplumsal normlardan yavaş yavaş toplumsal sorunlara kaydıran Ruben Östlund, 2011’de Play adlı filmiyle Avrupa’daki mülteci sorununa değindi. Mahkemede anlatılan bir olaya göre ortaya çıkan hikaye, mülteci bir grup siyahi çocuğun İsveçli üç çocukla psikolojik olarak oynamasını konu alıyordu. Çıktığı dönemde İsveç basınında büyük yankı bulan film bazı kısımlar tarafından sakıncalı ve manipülasyona açık olarak nitelendirildi. Filmi çekerken gerçek bir hikaye oluşunu vurgulamak isteyen ve buna özen gösteren Östlund, daha önceki filmlerde olduğu gibi seyircisini olayı belirli bir mesafeden takip ediyormuşçasına hissettirmeyi başarıyor ve güncel bir sorunu ele aldığı filmini hakkıyla tamamlamayı başarıyor.
Ruben Östlund, 2014’e kadar geçen 3 yıllık süreci daha çok konferanslarla ve röportajlarla geçirdi. Kariyerini ve sinema anlayışını farklı bir yöne çekecek olan Force Majeure, 2014’te gösterime girdi. Önceki filmlerindeki belgeselci kimliği bir yana bıraktığı bu son filminde Östlund, kariyerinin başında çektiği kayak filmlerine benzer bir hikaye ile karşımıza çıktı. Kayak yapmak ve ailecek vakit geçirmek için Alpler’e tatile giden bir aile üzerine kurulu film, Östlund’a yeniden toplumsal normları incelemek adına büyük bir fırsat sunmakta. Babanın aile içerisinde rolünü, liderlik vasfını ve bunun zamanla bir norm halini alışını inceleyen film, kurgusundaki başarılı detaylar sayesinde bu incelemeyi yaparken seyirciyi de olaya dahil etmeyi başarıyor. Ruben Östlund, öncelerinde gözlemci olarak değerlendirdiği seyirciyi bu sefer yaşananlar karşısında bir tanık ilan ediyor ve böylelikle film, kamera açılarıyla Roy Andersson’u anımsatsa da kurgusu ile daha önce de bahsettiğim yönetmenler Lanthimos ve Haneke tarzına yakın, “yeni Avrupa sineması” diyebileceğim bir düzen içinde seyirci karşısına çıkıyor.
2017’de The Square adını verdiği filmiyle ilk olarak Cannes’da Altın Palmiye seçkisinde karşımıza çıkan Ruben Östlund; Andrey Zvyagintsev, Michael Haneke, Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlerin arasından sıyrılıp Avrupa sinemasının en prestijli ödülünü kazanmayı başardı. Östlund’un kayak filmleriyle başlayan ve yarattığı “gözlemci” sinema diliyle sürdürdüğü sineması, 2014’te Force Majeure’ün Akademi tarafından geri çevrilmesi sebebiyle bir hayal kırıklığı yaratsa da üç yıl içinde Ruben Östlund çok daha güçlü bir şekilde, Altın Palmiye’yi alarak geri döndü. Konferans konuşmaları, röportajları ve yapım firması ile her zaman sinema ile içiçe olan Ruben Östlund, gelecek süreçte adını daha sık sık duyacağımız yönetmenlerden bir tanesi.
[1] Öncelikle türün daha çok Kuzey Avrupa türüne hitap ettiğini belirtmemde fayda var. Herhangi bir karda kayak görüntüsünün kayda alımı olarak tanımlanabilecek genre, sporun Avrupa’da, özellikle dağlık bölgelerinde, oldukça büyük bir kitleyle yapılması sebebiyle ortaya çıkmış.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.