Source Code: Gidenlerin Ardından

İlk filmi 2009 yapımı olan Moon’la göz dikkat çekmeyi başaran yönetmen Duncan Jones ikinci filmi Source Code ile yeniden seyirci karşısında. Yönetmen, görsel efektleri oldukça tutumlu kullanılmış bir bilim kurgu filmi olan Moon’da oldukça zengin alt metinler yaratmayı başarmıştı. Bu özelliği de Moon’un düpedüz bir bilim kurgu olmanın ötesinde gelecekte daha da karmaşıklaşan üretim ilişkileri içindeki insanın sistem tarafından algılanışı ve onun düzenin bir aracı haline getirilmesine dair oldukça çarpıcı belirlemeler yapan bir film olmasını sağlıyordu. Yönetmenin ikinci filminde de hedefini ıskalamadığını ve elindeki malzemeyi iyi değerlendirdiğini söylemek mümkün.

Yüzbaşı Colter Stevens Afganistan’da bir helikopter pilotu olarak savaşırken kendini Amerika’da havaya uçmak üzere bir trende bulur. Üstelik Yüzbaşı Stevens, Sean Fentress adında başka bir adamın bedenindedir. Daha ne olduğunu anlayamadan tren havaya uçar ve bu defa kendini adına “Kuşatılmış Kale” denilen hücre türü bir kapalı yerde bulur. Yüzbaşı Stevens Afganistan’daki savaşta bir düşman saldırısına uğramış helikopteri düşürülmüş bir askerdir. Bedeni ölmüştür fakat bilim adamları Yüzbaşı Stevens’ın ruhunu ölü bedeninde tutmayı başarmışlar, bu büyük ölçüde ölü ya da yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide duran adamın beyin dalgalarını, açık konuşayım, benim de anlamadığım bazı kuantum fiziği formülleriyle paralel bir zamanda, yakın geçmişte yaşanmış bir tren saldırısı esnasında trenin içinde bulunan başka bir adamın beyin dalgalarının frekansına uyarlamayı başarmışlardır. Başka bir deyişle ölü sayılabilecek bir insanın beyin dalgaları kullanılarak yakın geçmişe doğru yolculuk yapmak mümkün hale getirilmiş ve bu yolculuk ile bir yolcu trenine yapılacak saldırıya dair bilgi toplanması denemesine girişilmiştir. Yüzbaşı Stevens’ı yönlendiren bilim adamlarına göre geçmişe yapılan bu yolculukta olayları değiştirebilme gibi bir olanağı yoktur. Ondan istenen de bu tren saldırısını önlemesini değil bu saldırıyı gerçekleştiren kişiyi bulup bu kişiyle ilgili bilgileri kendilerine iletmesidir çünkü bu saldırıdan sonra aynı kişi ya da kişiler tarafından başka saldırıların da yapılması söz konusudur. Fakat kahramanımızın bunu trene gönderildiği ilk seferde başarması mümkün olmayacaktır. Başarısız olduğu her defa da ise terendekilerle birlikte havaya uçup ölecek, paralel zamanlar arasında yaptığı yolculukta yeniden gerçek zamanda olan “kuşatılmış kale” adındaki hücreye dönecek ve yeniden trenin havaya uçmadan önceki son sekiz dakikasına gönderilecektir. Yüzbaşı Stevens sekiz dakikalık zaman dilimine her gönderildiğinde trene saldırıyı düzenleyen kişi hakkında bilgi edinmeye çabalarken bir yandan da bu saldırıyı önlemeye çalışır. Fakat kendisini yönlendiren bilim adamlarının öngördüğü şey her defasında gerçekleşir. Geçmiş değişmez. İşte Source Code bu minval üzerine yarı ölü bir Amerikan askerinin yapılmış olan bir tren saldırısını önlemeye çalışmasının maceralı hikâyesini anlatıyor ama beni bu yazıyı yazmaya sevk eden şey Source Code’un bu aksiyonu bol seyirlik hikâyesinden çok onun alt metninde anlatılmaya çalışılan başka belirlemeleri olması.

Daha en başta sadece sekiz dakikalık bir zaman dilimini yaklaşık doksan dakika boyunca anlatan Source Code aslında zaman denilen kavramın derinliğini ve değerini de vurgulamaya çalışan bir film. Yüzbaşı Stevens’ın trene her dönüşünde kendisine biraz daha yakın hissettiği Chiristina’ya, Chiristina, Stevens’ın bedenine girdiği Sean Fentress’ın kız arkadaşıdır, film içinde zaman zaman sorduğu “Şu an hayatının son dakikasını ya da son sekiz dakikasını yaşadığını bilseydin ne yapardın” sorusu aslında Arjantinli yazar Borges’in de dediği gibi “Yaşadığınız hayat ne kadar uzun olursa olsun aslında tek bir andan ibarettir” sözünü kutsar nitelikte.

Source Code işte bu mesajı verirken üzerinde durduğu en önemli tema ise savaş oluyor. Sonuçta Yüzbaşı Stevens herhangi bir nedenle yaşamını yitirmiş bir sivil de olabilirdi. Film savaşı irdelerken bireyin kendisine yüklediği ve onu kutsal olduğuna inandırdığı değerlere dair eleştirilerde de bulunuyor. Stevens’ın dâhil olduğu deneyi yöneten bilim kurumunun ve bu kurumu yönetenlerin zaten daha en başta gözden çıkarılmış ve bedeni artık kullanılmaz bir hale gelmiş, birtakım bilimsel yöntemlerle ruhu yaşatılmaya devam eden bir insana olan yaklaşımı da son derece faydacı ve çıkarcı oluyor. Tabi filmde sadece bilimi geliştirme mazeretiyle kullandıkları insanlara karşı vicdandan ve bilimsel ahlaktan uzak bilim adamlarının sakat yaklaşım biçimleri anlatılmaya çalışılmıyor. Daha genel bir bakış açısıyla savaşın öğüttüğü insanların, yaşayamadıkları hayatları, hiçbir zaman kullanamadıkları fırsatları, yapamadıkları tercihleri ve hatta kim bilir sevemedikleri insanlardan da bahsediyor. Source Code evlerine canlı dönemeyen o insanların kaybedilen ve hiçbir zaman yaşanamayacak olan hayatlarına yakılan bir ağıt. Tüm o aksiyondan, gerilimden, hareketlilikten geriye film içinde her daim inceden hissedilen bir hüzün kalıyor. Source Code işte bu kaybedilen ve aslında gerçek bile olmayan zaman içinde geçen hikâyesinde Amerikan toplumunun evlerinden binlerce kilometre uzakta, hiç tanımadıkları, bilmedikleri coğrafyalarda kaybettiği askerlerini, iyimser bir rüyaya, iyi niyetli temenniye defnediyor.

Finalde her ne kadar Yüzbaşı Stevens kendisini yönlendiren bilim adamlarının iddia ettiklerinin aksine geçmişi değiştirmeyi başarmış ve ruhuyla bir başkasının bedeninde bir başka zamanda yaşamaya devam etmeyi başarmış gibi görünse de aslında bu başarı bile metaforun içindeki metafor olarak algılanabilir. Zaten sahicilik kazandırılması hayli güç olan zamanda yolculuk konusunun üstüne bir de geri dönülen zamanda kalmanın tercih edilmesi ve bunun mümkün kılınması filmin, sonu mutlu sonla biten bir masala dönüştürme tehlikesini de beraberinde getiriyor. Ama bence filmdeki bu durumla seyirciye anlatılmak istenen, temeli olmayan bir iyimser bakış açısı değil, Amerikan toplumunun en azından geride kalan ve hâlihazırda başka savaşlara gönderilmeyi bekleyen çocuklarının hâlâ kurtarılabileceğini anlatan bir gönderme olarak algılanmalı.

Filmin sonunda Stevens öpüşmek üzere olduğu “olmayan” Chiristina’ya yeniden sorduğu, şu an hayatının son dakikası yaşıyor olduğunu bilseydin ne yapardın, sorusuna Chiristina’nın verdiği cevap da filmin, hayatın, zamanın ve yaşamların geçiciliğini vurgulayan meselesini özetliyor: Tadını çıkarırdım.

Yorum Gönderin