Curtis Lafoche, Ohio’nun bir kasabasında eşi ve altı yaşındaki duyma engelli kızıyla birlikte yaşayan işçi bir aile babasıdır. Kendi halinde yaşayan Curtis’in hayatı görmeye başladığı kâbuslarla gündelik akışından kopmaya başlar. Rüyalarında yaşadığı kasabaya doğru gelen bir fırtına gören Curtis bu kâbusların etkisinden kurtulamaz. Daha da kötüsü bu kâbuslar her defasında biraz daha korkunçlaşmakta ve Curtis için daha gerçekçi bir hale gelmektedir. En sonunda yaklaşmakta olan fırtınanın varlığına inanır ve ailesini korumak için evinin bahçesindeki fırtına sığınağını genişletmeye karar verir.
Bu arada gördüğü rüyalara, olmayan sesler ve kuş sürüleri gibi sanrılar da eklenir. Curtis evinin bahçesine yapacağı sığınak için bankadan eşine söylemeden kredi çeker, bahçedeki kazı işleri için çalıştığı yerin iş araçlarını kullanır. İşine vaktinde gitmemekte, iş yerini izinsiz olarak terk etmekte ve evle ilgili sorumlulukların kendine düşen kısmını yerine getirmemektedir. İçinde bulunduğu durumun vahametinin Curtis de farkındadır. İlk başta psikiyatrist olmayan bir doktordan aldığı sakinleştiricilerle idare etmeye çalışır ama durumu sakinleştiricilerle geçiştirilemeyecek kadar ciddidir. Curtis paranoid şizofreninin eşiğindedir.
Curtis ve Eşi için hayatlarındaki en önemli sorun altı yaşındaki kızlarının duyma engelidir. Kızlarının tedavisi için para biriktirmektedirler. Bu nedenle Curtis kendi sağlık sorunlarını sürekli ertelemek zorunda kalır. Curtis’in annesi de bir şizofreni hastasıdır ve Curtis çocukluğunu annesi olmadan yaşamak zorunda kalmıştır. Kendi küçük ve muhafazakâr çevresinde “farklı” olmanın bütün ağırlığını omuzlarında hissetmekte bir yandan çevrenin kendisine karşı uyguladığı baskıyla bir yandan da şizofreniyle baş etmeye çalışmaktadır.
Take Shelter, ilk başta gerçeklik algısını kendi hastalığının gerçeklik algısıyla değiştirmeye başlayan bir adamın hikâyesi olarak görünse de onu dikkat çekici kılan, filmin bu hikâyeden hareketle belki de kendi toplumuna dair yapmaya çalıştığı göndermeler. 2000lerin hemen başında yaşanan 11 Eylül hadisesi, ardından çocuklarını gönderdikleri ve bir kısmının geri dönmediği Irak ve halen devam eden Afganistan işgalleri ve en son olarak yaşanan ekonomik kriz Amerikan toplumunu epeyce yormuş ve yıpratmışken Amerikan sineması da bu toplumsal travmalara –yeterli derecede olmasa da- sırtını dönmedi. Bununla beraber yönetmen Jeff Nichols toplumunun yaşadığı travmayı anlatırken sinemasal algısına kendince farklı bir bakış getirmeye çalışıyor. Take Shelter kedi toplumunun yaşadığı buhranı Amerika’nın derinlerine odaklanarak anlatmaya gayret ediyor. Bu anlamda olayın Amerika’nın bilinen, öne çıkan şehirlerinden birinde değil de Ohio’nun küçük bir kasabasında geçmesi bir tesadüf olmasa gerek. Film hem amerikan taşrasının hayata olan dar bakışını sorgularken bir yandan da kendi içine kapalı olan bu topluluğun kendisi dışındaki hayatı, o hayata dair yaşanan tüm gelişmelere karşı takındığı duyarsız tavrı vurguluyor. Dünyanın geri kalanı kendilerine her ne kadar oldukça uzak gibi görünse de böyle bir dünyanın varlığını ve bu dünyanın da kendine dair bir gerçekliği olduğunu kast ediyor. Filmin finalinde yaşananlarsa seyirciyi, filme dair geliştirdiği ya da geliştirmiş olabileceği önyargıları sorgulamaya davet ediyor. “Hiçbir şeyden yeterince uzak değilsiniz ve bu yüzden aslında sizler de bu dünyanın birer parçası olarak bu dünyaya dair her türlü tehlikeye karşı risk altındasınız” türünden bir mesajı aktarıyor.
Kendi hikâyesini ve meselesini son derece kıvamında anlatıyor Take Shelter. Filmin içindeki gerilim ya da dram unsurları arasında oldukça makul bir denge kuruyor. Gösterildiği her festivalden ödüllerlerle uğurlanan bu film yakın zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biridir.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.