Bazı yönetmenler şanssızdır. Kariyerlerinde sadece bir kez başarıyı tatmışlardır. Tabii bunun çeşitli nedenleri var. Kimileri en başarılı filmlerini ilk filmleriyle ortaya koyar ve sonra beklentilerin yükselmesinden olsa gerek bu filmden daha az kaliteli, bazen kalitesiz filmler ortaya koyarlar. Kimileriyse çektikleri büyük bütçeli filmleri gişede çakılınca kariyerleri de sona erdiğinden tek hitli yönetmenler arasına dahil olurlar. Bazıları oyunculuktan yönetmenliğe sadece bir kez geçmeyi ve bu alanı “asıl” sahiplerine bırakmayı daha uygun görürler. Örneğin aşağıya almadığım Marlon Brando sadece bir film yönetmiştir (bkz.: “One-Eyed Jacks” (1961)). Sözü uzatmadan bu yönetmenlerin birkaçını ele aldığım yazıyla baş başa bırakayım sizleri.
Dominic Sena:
1949 yılında doğan Sena kariyerine kısa filmlerle başladı. 1989’dan 1993 yılına kadar çeşitli kısa filmlerin ve belgesellerin yönetmenliğini üstlendi. 1993’te ise kariyerinin ilk uzun metrajlı filmi için kameranın arkasına geçti. “Kalifornia” adını verdiği filminde yavaş yavaş ünlenen Brad Pitt’e başrolü teslim etti. Hep karizmatik, yakışıklı, kadınların soluğunu kesen rolleriyle seyircinin karşısına çıkan Pitt bu filmde bambaşka bir karaktere bürünüyordu. İngilizceyi doğru dürüst konuşamayan, kaba, çirkin, tek kelimeyle pisliğin teki, yetmezmiş gibi zaman zaman ciddi şekilde manyağa bağlayan Early Grace rolünü kotardı. Sena’nın çektiği bu ilk film yönetmenin yetenekli olduğunu kanıtlıyordu. Yönetmen yol, polisiye, seri katil gerilimi ve neo noir türlerini başarıyla harmanlıyordu bu filminde. Sosyopat bir kişiliğe sahip olan Early’nin sevgilisi ve yol arkadaşlarına çektirdiği azapları anlatan film sürükleyiciliğinden taviz vermiyordu. Zaman zaman vasatlaşsa da “Sena ileride daha iyilerini kotaracaktır” düşüncesini de bilinçaltımıza yerleştiriyordu. Fakat işler umulduğu gibi gitmez ve yönetmen bu filminden sonra çektiği az sayıdaki filmlerle çıtasını düşürdükçe düşürür. “Gone in Sixty Seconds” (2000) ile sağlam bir fikirden “her şeye değineyim derken hiçbir şeye değinemeyen” vasat altı bir film çıkarır. Bir sonraki yıl çektiği “Swordfish” (2001) de vasatı aşamaz. 2009 yapımı “Without” ile vasatın altına inen yönetmen, 2011’de gösterime giren “Season of the Witch” ile dibi görür. Böylelikle tek atımlık yönetmenler listemize birinci sıradan girmeyi başarır.
Boaz Yakin:
Kariyerine senaristlikle başlayan, senaristlik yetmeyince kameranın arkasına geçen ve on dört senede altı filme imzasını atan Yakin de dibi görenlerden. “Fresh” (1994) ile başladığı yönetmenlik kariyerinin zirvesine üçüncü filmi “Remember the Titans”la (2000) ulaşır. Kariyerinin en kaliteli filmi olan “Remember the Titans” siyahlarla beyazlar arasındaki çatışmaya odaklanır. Virginia kentindeki bir lisenin spor takımı siyahlar ve beyazlar olmak üzere ikiye bölünür. Beyazlar, siyahlardan nefret etmekte, onları aşağılamaktadırlar. Siyahlar da beyazlardan hayli nefret etmektedirler. Bu kamplaşma takımın başına siyah bir antrenörün (Denzel Washington) getirilmesiyle daha da derinleşir ve siyahlar ile beyazlar arasındaki bu çatışmalar mahalleye kadar taşar. Gerçek bir hikayeden yola çıkan yönetmen ortaya kaliteli bir film çıkarıyordu. Siyahlarla beyazların birarada yaşayabilecekleri, farklılıkların zenginlik olduğu mesajlarını yayan film gücünü iki tarafa da objektif bakmasından alıyordu. Yönetmen bu filmiyle epey ümit vaat etmişti. Ne yazık ki bu filmden sonra çektiği üç filmle inişe geçti, son filmi “Safe” (2012) ile dibi buldu. Yakin şu sıralar esas işi senaristliğe dönmüş durumda.
Charles Laughton:
Laughton’ın kariyerinde sadece bir film bulunmakta. Esas işi oyunculuk olan ve bu alanda çok sağlam performanslar ortaya koyan Laughton yapımcılık, müzisyenlik ve senaristlik de yaptı. 1955 yılında ise kariyerinin tek filminin kamera arkasına geçti. O film “The Night of the Hunter” idi. Masallara yakın yapısı, başroldeki Robert Mitchum’un ürküten performansı, Hitchcock gerilimlerini akla getiren atmosferi, gerilimi ve birbirinden muazzam sekanslarıyla bir hayli kaliteli bir film olup çıkmıştı “The Night of the Hunter”. Laughton bu filmdeki başarısından sonra ikinci filmini çekmek yerine aktörlüğe döndü. Bu filmden yedi sene sonra vefat etti. Geriye çok sağlam performansları kadar çok sağlam “The Night of the Hunter” kaldı.
Tony Kaye:
Benim şahsen en çok üzüldüğüm yönetmenlerden bir tanesi. Çoğu oyuncu ve yönetmen gibi Kaye de kariyerine muazzam bir filmle başlama hatasını(!) yaptı. Sözünü ettiğimiz eser, Edward Norton’ın devleştiği “American History X”. Kaye filmin yönetmenliğini ve görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş, iki alanda da çarpıcı bir performansa ulaşmıştı. Norton ve Edward Furlong’ın muazzam performansları filmi daha da eşsiz kılıyordu. Yönetmen bu filminde Amerika’nın ırkçı yüzüne odaklanıp siyahlara olan düşmanlığı, Nazizmi ve nefreti içinde taşıyan insanların kayıplarını (vicdan, ahlak, insanlık) perdeye taşıyordu. Kaye’nin bu filminden sonra vasat filmler çektiğini söylemek yönetmene haksızlık olur. Aslında Kaye çektiği dört filmde de vasatın üstüne çıkmayı başarıyordu. 2011’de gösterime sadece birkaç salonda girebilen bağımsız film “Detachment” ile yönetmen “American History X”ten sonra ilk kez fazlasıyla övüldü. Lakin film için “American History X kadar çarpıcı değil” diyenler de mevcut. Sözün özü Kaye hala “American History X”i aşmış değil.
Kurt Wimmer:
Wimmer’ın da esas işi senaristlik. Yönetmenliğe sadece kafasına estiğinde dönüverenlerden. ’92’de başladığı senaristliğe ’96’da ara verdi ve yönetmenliğe geçti. İlk filmi “One Tough Bastard” (1996)’tan söz etmek gereksiz. Zira epey kalitesizdi. Bu filmden sonra senaryo yazmaya devam etti. ’92-2012 yılları arasında “Sphere” (1998), “The Recruit” (2003), “Law Abiding Citizen” (2009), “Salt” (2010) ve “Total Recall” (2012) gibi her biri diğeri kadar vasat filmlerin senaryolarını kaleme aldı. Wimmer’ın en önemli senesi altı sene aradan sonra kamera arkasına döndüğü 2002 idi. Bu sene senaryosunu da yazdığı “The Equilibrium”u kaleme aldı. Christian Bale’in başrolünü üstlendiği bu filmde yönetmen distopik bir geleceği, duyguların erozyona uğradığı, herkesin herkesi ifşa etmekten çekinmediği, sanatın bir “suç” olarak görüldüğü bir geleceği anlatır. Yer yer başarılı olan film ne yazık ki yönetmenin aksiyona ağırlık vermesi sebebiyle vasatın biraz üstüne çıkıp burada kalıyordu. Bu filmden sonra çektiği “Ultraviolet” (2006) ile çıtayı bir hayli düşürdü Wimmer. Tek atımlık bir tabanca olduğunu da “Ultraviolet”ten sonra kanıtladı. Belki ilerleyen yıllarda “The Equilibrium”dan daha kalitelisini çekmeyi başarır. Şimdilik listemizdeki yerini koruyacak.
Wachowski Kardeşler:
Sanıyorum bir yönetmen kariyerine “muazzam” bir işle başlamamalı. Sonra sürekli o film kadar kalitelisi “doğal olarak” bekleniyor, onun kadar kalitelisi çekilmeyince yönetmen daha fazla eleştiriliyor. Wachowski Kardeşler’in ilk filmleri “Matrix” (1999) de o muazzam işlerden. Sinemanın kırılma anlarından bir tanesi. Nasıl ki Steven Spielberg, George Lucas, Francis Ford Coppola ve Martin Scorsese altın döneminden bir hayli uzakta olan Hollywood’a yeni bir nefes aldırtıp yeni yollar açtıysa Wachowskiler de “Matrix”le bunun bir benzerini yaptılar. Yönetmenler bu filmden sonra çıtayı yavaş yavaş düşürmeye başladılar. Matrix’in ikinci devamı ilkini aratıyordu. Son filmse ikincisi kadar kaliteli olsaydı keşke dedirtiyordu. Aksiyondan başka bir şey vaat etmiyordu. Bu üçlemeden sonra sinemaya ara veren ve Matrix’in oyunlarıyla uğraşan kardeşlerin dönüşleri 2008 yapımı “Speed Racer” ile oldu. Etkileyici ama bir süre sonra bıktırıcı görselliği dışında pek bir numarası yoktu filmin. Haliyle kardeşler de olumsuz eleştiri üstüne olumsuz eleştiri aldılar, tekrar köşelerine çekildiler. Şimdilik tek atımlık tabanca listemizin önemli üyelerinden kendileri. Umarız “Cloud Atlas” (2012) ile yeni bir hayal kırıklığı yaratmazlar ve tek atımlık olmadıklarını kanıtlarlar. “V for Vendetta” (2005)’yı örnek gösterecek kişiler için şimdiden “V”yi Wachowskiler’in yönetmediklerini hatırlatayım. Ayrıca “V for Vendetta”nın bir hayli zaafının olduğunu ve “Matrix” gibi bir başyapıt ortaya koyan ikiliye yakışmadığını düşünüyorum.
Daniel Myrick–Eduardo Sanchez:
Bir film çektiler, yıllarca bu filmin ekmeğini yediler. “The Blair Witch Project” (1999)’ten bahsediyorum. “Found footage” alt türünün doğmasını sağlayan filmlerden bir tanesi bu film. Şu an efsane haline gelmiş durumda. 35 bin dolar bütçe film gişeden 250 milyon dolar kaldırmayı başarmış ve böylelikle bir efsane haline gelmişti. “Paranormal Activity” gibi filmlerin de halen bu filmden esinlendiklerini düşünürsek “The Blair Witch Project”in önemi anlaşılır sanıyorum. Vasatın üstünde, bir başyapıt değil ama çoğu kişi için etkileyici bir filmdi. El kamerasının kullanımı da bir hayli başarılıydı. Bu iki yönetmeni de listemize aldığımıza göre yönetmenlerin bu filmden sonra hızla düşen bir performansa imza attıklarını söyleyebiliriz. Korkutmayı başaran yönetmenlerin bu filmden sonra daha büyük bütçelerle daha kaliteli filmler çekme şansları vardı ama bu şansları değerlendiremediler. İkili bu filmden sonra yollarını ayırdılar ama korku sinemasından kopamadılar. Şu sıralar “Blair Witch”in üçüncüsü için hazırlıklarını sürdürüyorlar. Başta da dediğimiz gibi yönetmenler uzunca bir süre “Blair Witch”in başarısını sömürmeye devam edecekler.
Michael Cimino:
Ne yazık ki Michael Cimino da tek atımlıklardan. Clint Eastwood ve Jeff Bridges’i başrole oturttuğu “Thunderbolt and Lightfoot” (1974) ile sinemaya başarılı bir giriş yapan Cimino asıl eserini bu filmden dört sene sonra ortaya koydu. 1978’de vizyona giren “The Deer Hunter” yönetmeni geniş bir kitleye tanıttı. Altın Küre, BAFTA ve Oscar ödüllü film çok geçmeden klasikleşti. Yönetmenin Vietnam Savaşı’nı anlattığı bu filmi en başarılı savaş karşıtı filmler arasında gösterilir. Robert De Niro, Christopher Walken, Meryl Streep, John Cazale’den mürekkep kadro da müthiş performanslarıyla filmi daha da öteye taşıyorlardı. Cimino da diğer yönetmenler gibi yavaş yavaş çıtayı düşürmeye başladı. “Heaven’s Gate” (1980)’le ortalama üstü bir film ortaya koyan yönetmen özellikle ’85 yapımı “Year of the Dragon” ile duraklama dönemine geçiş yaptı. Cimino çok yetenekli bir yönetmen olduğunu “The Deer Hunter”la kanıtlamıştı ama nedense bu filmden sonra bir türlü ikinci kez turnayı gözünden vurmayı başaramadı. Cimino’nun duraklama dönemine girmesinin nedeni “Heaven’s Gate”. Yönetmen büyük bütçeli bir film çekmek ister, stüdyo da hayır demez, film çekilir. Ne yazık ki gişede batar bu film. Bu da Cimino’ya pahalıya patlar, bir daha film çekmez.
Vincent Gallo:
En son Jerzy Skolimowski imzalı etkileyici “Essential Killing”de döktüren Vincent Gallo kuşağının en başarılı aktörlerinden. Sınırları olmayan aktör, oyunculuk kariyerine devam ederken kamera arkasına da geçmeye niyetlenmiş ve “Buffalo ’66” filminii kotarmıştı. Gallo’nun bu ilk filmi gösterildiği festivallerde bir hayli beğenildi ve aktörde yönetmenlik yeteneğinin de olduğunu kanıtladı. Aktörün yönetmenlikte de iddialı olması şaşırtıcı değil. Gallo kendisini müzikte, resimde, fotoğrafçılıkta ve senaristlikte de kanıtlamış bir isim. Kendisi için “tam bir sanatçı” desek yalan söylemiş olmayız. Aktör-yönetmen “Buffalo ’66″da 2000’lerin Amerikan yaşam tarzını ve Amerikan aile kurumunu eleştirir. Bu başarılı filmden beş yıl sonra Gallo “The Brown Bunny”i çeker ama beklediği eleştirileri alamaz. Zira çıtayı bir hayli düşürmüştür Gallo. 2010’da çektiği, her zamanki gibi başrolünü ve senaristliğini de üstlendiği 75 dakikalık “Promises Written in Water” yeteneğinin kaybolmadığının kanıtı idi. Gene de şimdilik tek bir hitle kariyerine devam ettiğini söyleyebiliriz.
Kevin Costner:
Kariyerinde dört kez kamera arkasına geçti Costner. İlk filmi “Dances with Wolves” (1990) ile seneye damgasını vurmayı başarmıştı. 12 dalda Oscar’a aday olan film ödüllerden yedisini kazanmıştı. Costner, “Dances with Wolves”la kamerasını Amerikalıların Kızılderililere yaptığı zulümlere çevirir. Hikâyenin merkezine bir Amerikan subayını koyar ve film boyunca bu subayın değişimine ve Amerikaya bakışına odaklanır. Filmin bu denli ödüllendirilmesi şüphesiz Akademi’nin geçmişteki Kızılderili katliamlarından ötürü Kızılderililerden özür dileme biçimi olarak da okunabilir. Gene de bu, filmin başarısız olduğunu göstermez. Tam tersine gayet etkileyici ve Costner’dan beklenmeyecek derecede başarılı bir filmdi. Costner bu filmden sonra kamerasını bu kez bilim-kurguya çevirir. 1995’te çektiği “Waterworld” bir distopyaydı. Etkileyici bir fikre sahip olmasına rağmen epey başarısız bir filmdi. Mad Max’ten bir hayli esinlenildiği de göze çarpıyordu. Film gişede iki seksen yattı ama Costner’ın yönetmenlik kariyerini bitirmedi nedense. Costner 1997’de çektiği “The Postman”le düşüşünü devam ettirdi. Bu iki başarısız filmden sonra tekrar westerne dönüp 1990’daki başarısını tekrarlamak istedi. 2003’te gösterime giren “Open Range” yönetmene uzun bir aradan sonra tekrar övgüleri getirdi. Fakat bu film “Dances with Wolves” kadar beğenilmedi. Dokuz senedir film yönetmeyen Costner böylelikle tek hitli yönetmenler arasındaki yerini de almış oldu.
Joe Dante:
Dante’nin Steven Spielberg’in desteğiyle kotardığı “Gremlins” epey beğenilen tek filmi. Jenerik müziği ve dehşet saçan ama çok eğlenceli yaratıklarıyla beğeni kazanan film 80’lerin en sevilen filmlerinden olmuştu. Yönetmen bu filmden önce de birkaç film çekmişse de çıkışını bu filmle gerçekleştirmişti. Bu filmin elde ettiği gişe başarısından beş sene sonra bir de devamı çekildi. İlki kadar kaliteli idi “Gremlins 2”. Yönetmenin tek hitli olduğunu söylemek mümkün. Ne yazık ki “Gremlins”den sonra çektiği hiçbir filmle bu filmini aşamadı. Diğer filmleri hep “Gremlins”in gölgesinde kaldı.
Richard Kelly:
Listeden olmaması gereken yönetmenlerden. Bağımsız filmi “Donnie Darko” (2001) ile yeteneğini kanıtlamıştı Kelly. Film şu an modern klasikler arasındaki yerini koruyor. 2001’de gösterime giren bu filminden sonra yönetmenden çok şey beklendi. Zira “Donnie Darko” epey beğenilmişti. Küçük bir bütçeyle sağlam bir bilim-kurgu ortaya koyan Kelly böylelikle kaliteli bir bilim-kurgu için milyonlarca dolar gerekmediğini de kanıtlamıştı. Bu etkileyici filmden beş yıl sonra Kelly “Southland Tales” (2006) ile döndü. Bir döndü pir döndü demeyi çok isterdim. 160 dakikalık süresinin altını dolduramıyordu bu film. Eni konu kötü bir film olmaktan kurtulamayan “Southland Tales”dan sonra yönetmen sinemaya üç yıl ara verdi. 2009’da Richard Matheson’ın “Button, Button” adlı kısa öyküsünü uyarladığı “The Box” ile döndü. Dönüşü gene kötüydü. Uzun lafın kısası Kelly’nin tek hiti şimdilik “Donnie Darko”. Onun ayarında bir film halen ortaya koyamaması üzücü. Aslında yönetmenlerin daha ilk filmlerinde ortaya bir klasik koymaları onlar için de pek hayırlı olmuyor. Ondan sonra hep daha iyisi bekleniyor, ama belki de yönetmenin gelebileceği en iyi nokta o ilk filmdeki noktadır. Kelly’nin vasat filmler serisini noktalamasını dilemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.