The Boxer (1997): Boks ve IRA Üzerine Gerilimli ve Romantik Bir Film

Memleketi İrlanda’da İrlandalıların İngiltere işgali altındaki yaşamlarına, bağımsızlık mücadelelerine ve IRA’ya odaklanan filmleriyle dikkatleri çektikten sonra Hollywood’a transfer olan Jim Sheridan ne yazık ki Hollywood’ta bir türlü iyi bir filme imzasını atamamış, Hollywood’un harcadığı yönetmenlerden olmuştu. Önce epey kötü ve gereksiz 50 Cent biofilmi Get Ritch or Die Tryin’ (2005), ardından Danimarka filmi Brodre (2004) uyarladığı ama gene vasatı aşamadığı Brothers (2009), daha sonra bunlardan daha kötü olan korku filmi Dream House‘la (2011) zamanına gerçekten yazık etti. 2002 yapımı In America‘dan beri dişe dokunur bir filme imzasını atamayan, lanetlenmiş gibi hep vasatın altında kalan Sheridan bir umutla The Secret Scripture filmini çekti 2016’da ama bu filmle de olumsuz eleştirilerden kurtulamamıştı. 15 yıldır iyi film yapamayan Sheridan aslında milenyumdan evvel kaliteli filmler yapan, ortalığı sallayan bir yönetmendi. The Boxer da o kaliteli filmlerinden.

Sheridan’ın 1989’da çektiği My Left Foot‘un ve 1993’te çektiği In the Name of the Father‘ın başrollerini üstlenen efsane aktör Daniel Day-Lewis dört yıl aradan sonra üçüncü ve son kez Sheridan’la çalışmıştı. Day-Lewis, The Boxer‘da filmin adından da anlaşılacağı üzere bir boksörü oynuyor. Film, boksör Danny’nin hapishaneden çıkmasıyla başlıyor. On dört yıllık mahkumiyetten kurtulan Danny soluğu evinde alır, kapatılmış boks salonunu tekrar açar ve boks maçları için hazırlanmaya başlar. Ama aslında The Boxer‘da boks merkezde değil. Hepi topu ikisi uzun, ikisi kısa dört maça yer verilir. Sheridan önceki filmi In the Name of the Father‘da yaptığı gibi bir kez daha IRA’ya odaklanır. IRA’nın liderliğini üstlenen Hamill’in (Brian Cox) İngiltere’yle ateşkes için uğraşmasına, onun emri altındaki Harry’nin (Gerard McSorley) ise herkesin hayatlarını tehdit etmesine de odaklanılıyor.

Boks bir yan öykü olarak işleniyor. Sheridan IRA’nın silahlı, yani şiddetten yana olan tarafıyla “artık daha fazla kan dökülmesin, masumlar ölmesin,” diye düşünüp ateşkes için mücadele eden tarafının çatışmalarına film boyunca odaklanıyor. Yazının başlığında belirttiğim gibi romantizm de önemli bir noktada. 16 yaşındayken âşık olduğu Maggie’yi (Emily Watson) unutamayan, hâlâ onunla birlikte olmak isteyen Danny’nin bu kırık aşk öyküsü filmin romantik tarafını oluşturuyor. Danny-Maggie ilişkisi işlenirken klişelerden fazla uzak kalınamıyor, gene de Sheridan ilişkiyi inandırıcı, etkileyici kılmayı ve ajitasyondan uzak tutmayı başarıyor. Tabii burada Day-Lewis ve Watson’ın da performanslarını övmek gerek. Romantik taraf fena işlenmiyor. Boks sahneleri ise mükemmel olamasa da zaman zaman heyecanlandırmayı başarıyor.

Filmin en sevdiğim tarafıysa Danny’i klasik Hollywood kahramanına dönüştürmemesi. Çokça Hollywood filmi izlediğimizden bir noktadan sonra Danny’nin kötü karakter Harry’e haddini bildirmesini, söylenmesi gerekli şeyleri söylemesini, intikam almasını, kısacası Harry’le Hollywood-vari bir şekilde yüzleşmesini bekliyoruz ama Sheridan karakteri bu noktaya getirmiyor. Danny, Harry’den intikam almaya yeltenmiyor, finalden evvel Harry’le mücadele etmiyor, onunla hesaplaşmıyor, ne olursa olsun işine bakıyor, Hollywood karakterleri gibi olayları kontrol etmiyor. Sheridan, Harry karakteri üzerinden filmi de gerilimli hale getiriyor, derin bir şekilde olmasa da IRA’nın silahlı kanadını da işlemiş oluyor. IRA, boks, İrlandalıların İngiltere işgali altındaki gündelik yaşamları, İngiltere’yle mücadele, ateşkes… Sheridan bu öyküleri işliyor ama asıl önemsediği şey, Danny’nin ilk günkü kadar sevdiği Maggie için mücadele etmeye başlaması.

Film romantik, gerilimli, duygusal ve politik. Ama mükemmel değil. IRA’nın lideri Hamill’in kafasına estiği gibi davranan, herkesin hayatını tehlikeye atan Harry konusunda finalden evvel bir şey yapmaması ve bir şey yapmaması üzerine fazla şeyin söylenmemesi filmin sorunlu taraflarından. Hamill baba olarak ne kadar inandırıcı bir karakterse IRA lideri olarak da o kadar inandırıcılıktan uzak. Karakterin liderliğinin babalığı kadar iyi işlenmediğini ve bunun da filme zarar verdiğini belirtmek gerek. IRA konusunun derinleştirilmemesi, İngiltere’ye fazla yer verilmemesi de filmin gücünü azaltıyor. Bittiğinde IRA olaylarına yüzeysel bir bakış attığını, daha çok bir ilişkiye odaklanılmak istendiğini fark etmek mümkün. Boks yan öykü demiştim. Burada da sorunlar mevcut: Danny’nin geçmişte nasıl bir boksör olduğu, boksta ne kadar başarılı olduğu anlatılmıyor. Karakterin boksör tarafının çok iyi işlendiği söylenemez.

Şüphesiz The Boxer, Sheridan’ın en iyi filmi değil, In the Name of the Father‘ın çarpıcılığına erişemiyor, gene de ortalamanın üstüne çıkıp son 15 yılda çektiği filmlerinden daha fazla etkiliyor.

Yorum Gönderin