“Yeni yılın ilk bebekleri” diye bir klişe vardır. Her sene 1 Ocak’taki haber bültenlerinde izler, bir sonraki günün gazetelerinde okuruz. Hatta artık baskı tekniklerinin gelişmesiyle 1 Ocak gazetelerine bile yetişiyor: “Yılın ilk bebeği gece yarısını 2 dakika geçe bilmem ne hastanesinde doğdu” şeklinde…
Çoğunlukla birkaç farklı yerden gelir bu haber. Aslında o dakikalarda ülkenin dört bir yanında başka bebekler de doğmaktadır. Ama bizler sadece haber ajanslarının bulunmayı tercih ettiği hastanelerdekilerin ismini öğreniriz. Anne-babayla röportaj yapılır. “Bu senenin önce güzide ülkemiz, sonra dünyamız için hayırlara vesile olmasını, savaşların, yoksulluğun son bulmasını” dilerler. Sağlık, huzur, mutluluk, aşk, bereket, “trending topic” olan beklentiler arasındadır. Tabii bu dilekler, özellikle de garibanlar açısından pek gerçekleşmez. Bu yıl da çıkmıştı. Birkaç gün öncesinin arşivlerini karıştırabilirsiniz.
Allah analı babalı büyütsün. O minikler güzel bir ömür geçirsin. Bazen düşünürüm, “yeni yılın ilk bebekleri”nin hepsinin ileride bir ortak özelliği çıksa ilginç olmaz mıydı? Mesela doğaüstü bir güçleri keşfedilse ya da belli bir yaştan sonra psikopat oldukları anlaşılsa; veya spesifik bir alanda (sözgelimi sinema) çok yetenekli oldukları görülse…
Quentin Tarantino, Tennessee-Knoxville kütüğüne göre 27 Mart doğumlu. Fakat böyle ayrıcalıklı bir grup var olsaydı, kendisinin kıdemli üyelerden biri olacağına eminim!
Henüz izlemediğim bir film hakkında ahkâm kesecek olmanın gerginliğiyle saçmalıyorum. Hatta devam edeyim: Efsanevi golfçü Jack Nicklaus, “Keyif almadığınız bir şeyde olağanüstü olmanız imkânsızdır” der. Tarantino yaptığı işten keyif alıyor. Ve kendisi alırken bizi de unutmuyor. Kendimizden geçerek seyredeceğimiz filmler sunuyor bizlere. Maalesef bunu çok sık yapmıyor. Rezervuar Köpekleri’nden beri sadece 8’inci uzun metraj filmiyle karşımızda. Ama yaptığı zaman kesinlikle sıradan bir filmle gelmiyor.
Evet, Tarantino’nun Ultra Panavision 70mm formatında çektiği son filmi The Hateful Eight’i henüz izlemedim. Basın gösterimine iş-güç nedeniyle gidemedim. Amerika’da sınırlı 70mm kopyalarıyla (bu kopyaların her birinin nakliye kasası ve bobinleriyle beraber ağırlığı 180 kg’ı buluyordu) gösterime gireceği Noel haftasından birkaç gün önce bir screener’ın sızmasıyla “ortamlara” düşmüş olmasına da rağmen sabırla yarın akşamı, Türkiye vizyonunu bekliyorum. Başlıca nedenlerini sıralamak gerekirse:
• Çünkü pelikül!
• Çünkü İspanyolcada “sinema filmi” anlamına gelen “película” sözcüğünün pelikülden gelmesi beni hep tebessüm ettirmiştir.
• Çünkü dünyada gidişat kötü. Savaş mavaş çıkarsa ve bir süre böyle bir imkân bulamayacak olursak, bari 70mm çekilmiş bir filmi köhne bir bilgisayar ekranında izlemiş olmayayım diyorum.
• Çünkü anamorfoz geniş ekran görüntü, 1960’lardan beri pek kullanılmıyor. Filmin Robert Richardson imzalı görüntü yönetmenliğini gerçek kaliteye mümkün olduğunca yakın bir yerde izlemem gerektiğini düşünüyorum.
• Çünkü bu film, 1992’de vizyona giren Ron Howard filmi “Far and Away”den bu yana en fazla sayıda kopyayla vizyona giren 70mm film. Neye benzeyeceğini kafamızda canlandırmak açısından, tarihte bu formatta gösterilmiş filmlerden birkaçı Ben Hur, Lawrence of Arabia ve 2001: A Space Odyssey…
Dolayısıyla bu bir film eleştirisi değil. Öte yandan, “filmi mutlaka bir sinema salonunda izlemelisiniz” yazısı da değil. Bunu Whiplash’te yapmış, kendime göre nedenlerimi sıralamıştım. Bu kez durum farklı. Tarantino’nun Türkiye’den gelecek birkaç bin fazla veya az gişe rakamını umursayacağını veya filmin Türkiye box office’inin bağımsız sinemanın gelişimine katkı sağlayacağını sanmıyorum.
Zaten film gişelere çok dev bir giriş yapmasa da (ve Django Unchained ile Inglourious Basterds’a kıyasla düşük kalsa da), 10-12 gün içinde sadece Amerika’da 30 milyon dolara ulaştı ve bütçesini toplayıp kâra geçecek gibi görünüyor. Ee, yönetmen umursamıyorsa ben neden çırpınayım?
Yani bu defa sadece biraz geyik yapmakla yetineceğim. İlk olarak, The Hateful Eight’in sinema perdelerinden önce malum ortamlara düşme hikayesini hatırlayalım. Tarantino esasen korsana o kadar da karşı değil. 2004’teki bir konferansta, filmlerin “ortamları” yeşillendirmesinin çok da kötü bir şey olmadığını, kendisinin de zaman zaman “CD’ciler”e başvurduğunu, Kill Bill’in Çin’de elden ele çoğalmasının hoşuna gittiğini zira oradaki halkın filmi görmek için tek yolunun bu olduğunu söylemişliği var.
Lakin keser döndü sap döndü, gün gelip hesap döndü. The Hateful Eight’in ödül sezonu screener’larından bir tanesi bir şekilde gönderildiği kişinin eline geçmedi, “sokaktaki adam” vasıtasıyla Hive-CM8’in eline ve oradan da dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca bilgisayara düştü.
Ardından korsan grubu Hive-CM8 eşi benzeri görülmemiş şirinlikte bir açıklamayla, “Pardon abi, kuzen sızdırmış. Sana zarar vermek istemezdik. Bir daha hiçbir filmi vizyon tarihinden önce salmayacağız.” dese de iş işten geçmişti.
Bir yandan da “Abi belki bu durum yeni bir reklam türü yarattı, beleşe promosyonunu yaptık şerefsizim” diyerek şımarmayı da ihmal etmediler. Tarantino bu esnada Amerika’daki polis şiddetine önce “ACAB” dediği, mevzu büyüyünce de çark edip “Aslında tüm polisleri kastetmedim. Onlar da kardeşimdir.” dönüşü yaptığı için yeterince gündemde ve New York Post’ların manşetindeydi. İkinci bir gündem maddesine ihtiyacı olduğu pek söylenemezdi.
Korsana düşme olayının The Hateful Eight’in tüm dünyada yapacağı kümülatif gişeye zarar vereceği kesin. Ama bu hasar gerçekten de “eser miktarda” kalabilir. Olay hakkında “rakipler yaptırmıştır” tarzı komplo teorileri ortaya atılmış olsa da, ben durumun gerçekten basit bir “screener kaybolması”ndan ibaret olduğuna inanıyorum.
Yönetmenin, 70mm formatında film çektikten sonra ödülü mödülü biraz boş vermesi gerekirdi. (Bu kararı belki de Weinstein verdi, bilemiyorum.) Örneğin geçen yılın Oscar yarışında Ava DuVernay’ın “Selma”sı, screener bastırmakta en gönülsüz davranan film olmuştu. Film muhtemelen bunun sonucunda sadece “En İyi Şarkı” Altın Küre ve Oscar’ıyla yetinse de, 65 milyon dolar gibi bütçesinin üç katını aşan bir gişe geliri yakalamış, yıl boyunca da övgüler almaya devam etmişti.
Erken screener’ın ödül getirebildiğine dair bazı şehir efsaneleri mevcut. Mesela “Crash” filmine En İyi Film dahil 3 Oscar gelmesinin SAG üyelerine screener yağdırılması sayesinde olduğu; A Better Life screener’larının Demián Bichir’e sürpriz bir adaylık getirdiği gibi…
İlginçtir, Demián Bichir, The Hateful Eight’te de meşhur “nefret sekizlisi”nden biri… Onun performansını merak ediyorum. Şu ana dek sağdan soldan duyduklarıma göre film hiç de acelesi olmayan mükemmel kar manzaralarıyla başlıyormuş. Anamorfoz görüntüde bu manzaraların nasıl görüneceğini merakla bekliyorum. Sonra uzun diyaloglar eşliğinde 1 buçuk saat kadar süren bir “giriş” yapmıyormuşuz. Benim de acelem yok. Heyecanla bekliyorum. Sonra tüm kötü karakterler bir araya geliyor ve dananın kuyruğu kopuyormuş.
Filmin uzunca bir bölümüne ev sahipliği yapan Minnie’s Haberdashery’nin nasıl bir mekân olduğunu merak ediyorum. Haberdashery normalde tuhafiye ya da şapka dükkânı gibi bir anlama geliyor. Fakat anladığım kadarıyla filmde bir tür han, hamam, restoran, kahvehane, “her şeyden biraz bulunan bir yer” olarak tasarlanmış. Anlatılanlara göre Kill Bill’deki House of Blue Leaves setinin yapım tasarımcısı Yohei Taneda, Tarantino’nun senaryosuyla çok uyumlu bir alan tasarlamış. Western hayranı olan Taneda, türe damgasını vurmaktan çok mutluymuş. Taneda şöyle diyor: “Babam western hayranı olduğu için ben de büyük bir western hayranıydım. En sevdiğim film “Shane”. Bu dükkân birçok şey: Eczane, bar ve restoran…” Yapımcılardan Stacey Sher ise şöyle anlatıyor: “Haberdashery’nin her köşesi katmanlı ve detaylı ve oyuncular da buna bayıldı. Çekmeceyi açıyorsunuz içinde bir şeyler oluyor. O sette gerçek gibi gelmeyen hiçbir şey yok. 12 hafta çekim yaptıktan sonra bile sette yürürken, raflarda yeni, küçük şeyler bulabiliyordunuz; şişeler, tüfek kartuşları, yiyecekler ya da baharatlar gibi.” Bir diğer yapımcı Richard Gladstein’a göre ise Minnie’s, “Tam olması gerektiği gibi. İnandırıcı, ikna edici ve dinamik bir dünya.”
Bizler tabii ki filmi 70mm’den izleyemeyeceğiz. Türkiye’de böyle bir sinema bulunmuyor. Lakin yine de “pelikül sinmiş dijital kopya”, bilgisayar ekranından kat kat güzel olacaktır.