İnsanlar, bir problemleri olduğunda dertlerini anlatmak için çeşitli yöntemler geliştirdiler. İçinde yaşadığımız coğrafya da tarih boyunca hiçbir zaman dertsiz olmayı başaramayan bir bölge olduğundan, bu coğrafyayı anlatacak birçok eser üretildi. Hakaret (The Insult) bu eserlerden belki sadece bir tanesi, ama değerlilerinden biri. Sadece bu senenin Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adaylığı sahibi olması değil bu filmi değerli kılan, aynı zamanda kültürler üzeri bir anlatımı gerçekleştirebilmiş olması.
Dediğim gibi, bu coğrafya ne dün ne bugün ne de yarın dertsiz bir coğrafya olacak ve de herkesin kendi fikirlerine fazlasıyla öncelik tanıması bu coğrafyanın ortak kaderi. İster doğumdan, ister sonradan edinilen bir özellik olsun; bu coğrafyada kendiyle aynı özellikte olmayan insanları dışlama, sevmeme ve hatta karşı cephe alma fazlasıyla yaygın bir eylem. Belki de Ziad Doueiri’nin en büyük başarısı da bunu çok doğru bir yöntemle dile getirmiş olabilmesi.
Bugün Türkiye’de 85 milyon kişinin tamamı bu filmi izlese, kendini bu filmin bir noktasında bulabilir, hatta bu coğrafyanın her bir bireyi de benzer şekilde kendini bu filmde bir karakter veya tip olarak yorumlayabilir.
Filmde Lübnanlı bir Hristiyan ile Lübnan’da mülteci olan bir Filistinli’nin gündelik bir olaydan doğan sıkıntısının, ülke çapında bir krize dönüşmesini görüyoruz ve aslında anlıyoruz ki Lübnan’da bir Hristiyan olmak ile Lübnan’da Filistinli bir mülteci olmak arasında çok da bir fark yok. Aynı coğrafyanın yakın bölgelerinde doğmuş bireyler, kendi topraklarında bir “yabancı” olabiliyor.
Filmin anlatım tarzına gelince, mahkeme draması uzun zamandır televizyonlarda popüler bir tür. Filmin fragmanını izlemişseniz de karşınıza tv’de gördüğünüze benzer bir şey çıkacak diye bir beklentiyle gidiyorsunuz ama karşınıza çıkan film, bir mahkeme dramasının kesinlikle ötesine geçebilmeyi başarmış.
Hikayenin temeline mahkemeyi aldığımızda, mahkeme dışında kalan sahneler de hikaye kurgusu için sadece bir dolgu işlevi görmüyor. İki kültürün birbiriyle nasıl çarpıştığını ve birbirlerini zedelemek için ne denli düşebildiklerini görüyoruz.
Filmin sonundaysa Doueiri bize dinlemeyi öğrenmemiz gerektiğini anlatıyor. Birbirimizi dinlediğimizde, empati kurabildiğimizde bu coğrafyada bile bir çözüm olabildiğini görüyoruz. Hayatı illa Hammurabi Kanunlarıyla yaşamak zorunda olmadığımızı, “biz” veya “siz” yerine “ben” veya “sen” dediğimizde sağlıklı bir sonuca ulaşmanın ne kadar da kolay olabildiğini görüyoruz.
Son olarak, filmin Oscar alma şansını kişisel olarak çok ciddi görmekle birlikte, Akademi’nin üst üste iki sene aynı coğrafyaya ödül verip vermeyeceğine pek de emin olamıyorum. Rakiplerini ele aldığımızda da evrensel açıdan herkesin anlayabileceği çok güçlü bir film olan Loveless (Nelyubov) ve bu sene hem Cannes’ı hem de EFA’yı silip süpürerek 2017 Avrupa’sına damgasını vuran bir “The Square” mevcut. Yine de Akademi’de son yıllarda “en iyiyi seçme eğilimi” eskiye göre çok daha fazla, dolayısıyla -bence- en iyi olan The Insult, bu ödülü alacak.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.