The Last Dance: Kazanan Takım Değiştirilmez

İlk iki bölüm çıktığında heyecanlandık. 3 ve 4’te iyice havaya girdik. 6’ncı bölüm geride kalırken ise, tüm dünyanın içinde bulunduğu salgın koşullarında bile bu kadar ses getirdiğini düşünürsek, televizyonculuk tarihinin en büyük olaylarından biriyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Günümüzün NBA maçlarını izliyorduk. Gelişen yayın teknolojileri sayesinde görüntü cam gibiydi. Pascal, Joel, Kemba, Kawhi, Luka, Sakal adeta salonumuzun ortasındaydı ama itişip kakışan bu çocuklarda bir şeyler eksikti. Düşünmeden edemiyorduk; günümüzün ‘steril’ NBA yıldızları 80’ler ve 90’larda parkeye çıksalar neler olurdu acaba? Benim yorumum, her maç “Yaşar Kurt – Anne” söyleyerek soyunma odasına kaçacakları yönündeydi.

Öte yandan, artık biz de şüpheye düşmeye başlamıştık. Sonuçta insan doğası gereği geçmişi hatırlarken güzel anıları öne çıkarır. Olumsuz anıları hafızamızda geri plana atarız. Acaba o günler o kadar da efsanevi değil miydi?

Nisan ayının ikinci yarısında çıkan bir belgesel, tüm şüphe bulutlarını bir kenara itti! Görüldü ki, Michael Jordan anlattığımızdan da fazlasıymış. O günlere dair anılarımızın eksiği yok, fazlası varmış! Şimdi rahat rahat 90’lar övüyoruz, “ok boomer” diyen yok.

Jordan’lı Chicago Bulls’un altıncı ve son şampiyonluğunu kazanacağı 1997–98 sezonu başlarken coach Phil Jackson, oyunculara dağıtmak için hazırlattığı kitapçığa “The Last Dance” ismini koymayı uygun görmüştü. Çünkü şampiyon olsalar bile kendisi gönderilecek, takım dağılacaktı. Oysa sporda dev bir klişe vardı: Kazanan takım değiştirilmezdi.

İsim buradan geliyor. Belgeselin kaynağının hikayesi ise, Andy Thompson isimli bir prodüktörle başlıyor. Thompson o dönem ligin televizyon kolu olan of NBA Entertainment’ta görevliydi ve Michael Jordan’ın da hayranı olduğu 2 şampiyonluk kazanmış eski NBA oyuncusu Mychal Thompson’ın kardeşi olması sayesinde, Jordan’a kendini sevdirmişti (Mychal aynı zamanda Klay’in babası). Andy oralardaysa MJ röportajı daha uzun tutuyor, kameraları hiç sevmemesine rağmen normalden daha rahat davranıyordu.

Thompson, 1997–98 sezonu öncesi, bir film ekibinin sezon boyunca Bulls’u çok detaylı biçimde görüntüleyebilmesi için gerekli izinleri kopardı. “Basketbolun kutsal kâsesi” olarak niteleyebileceğimiz, 16-millimetre filme çekilmiş 3.200 bobinden oluşan 500 saatlik görüntü, 20 yıl boyunca NBA’in kasasında saklandı. 2018’de ESPN ve Netflix’in ortak yapımı olarak 10 bölümlük bir belgeselin hazırlanacağı duyuruldu. Yönetmen Jason Hehir’in yaptığı yeni röportajlar, daha önce hiç kullanılmamış bu arşiv hazinesiyle birleştirildi ve The Last Dance ortaya çıktı.

The Last Dance’te ilk bölüm, ‘flashback’lerle Jordan’ın North Carolina ve NBA’e giriş günlerini özetliyor. Tabii tüm bölümlerde olduğu gibi bir noktada ünlü 1997–98 sezonuna dönülüyor. Bölüm, Bulls’un son sezon öncesi Paris’te katıldığı hazırlık turnuvası 1997 McDonald’s Championship’i; oyuncular ve teknik heyet ile Jerry Krause arasındaki gerilimi de mercek altına alıyor.

İkinci bölümde Jordan ile beraber Scottie Pippen ön planda. Bu bölümde Scottie Pippen’ın özellikle ülkemizdeki The Last Dance sohbetlerinde “hakkı yenen Tesla” efsanesine dönüşerek öne çıktığını belirtmek lazım. Bunun sebebinin, Türkiye’de iş hayatının bir noktasında birer Pippen olmamız; kaliteli iş yaparken karşılığını alamamamız ve bu durumun kanıksanması olduğunu düşünüyorum. Jordan’ın henüz ikinci NBA sezonunda yaşadığı ciddi sakatlık, geri dönüş için ortaya koyduğu insanüstü çaba ve Bulls yönetimiyle düştüğü ilk fikir ayrılıkları da bölümün öne çıkan konuları…

Üçüncü bölümde, 1995-96 sezonunda Bulls’a katılan ve son 3 şampiyonlukta önemli pay sahibi olan Dennis Rodman’ın enerjisi ve çılgınlıkları anlatılıyor. Bulls’un 1980’ler sonunda dönemin “Bad Boys”u Pistons ile giriştiği rekabette yaşadığı sıkıntılar da bu bölümün konuları arasında.

Dördüncü bölümde Rodman’ın çılgınlıkları devam ediyor. Bulls artık Phil Jackson yönetiminde vites artırıyor ve bir sonraki aşamaya; şampiyonluklar dönemine geçiş yapıyor.

“Kobe Bryant’ın anısına” notuyla açılan beşinci bölümde duygularımız şelale oluyor. Ayrıca “Air Jordan” anlaşması ve “Be Like Mike” reklamı, takım otobüsünde samimi bir ortamda şakayla karışık söylediği ama dışarıya sızan “Cumhuriyetçiler de spor ayakkabı giyiyor” (Türkçe karşılığı: “Ne sağcıyız ne solcu, basketbolcuyuz basketbolcu) sözünün yarattığı negatif etki, Jordan’ın bilinçli bir tercih olarak siyasi duruş ortaya koymaması, aktivist bir profil çizmekten uzak durması (arka planda ırkçılık karşıtı hareketlere önemli destekler sağladığı iması eklenerek) anlatılıyor. 1992 NBA final serisi ve ardından Olimpiyat “Rüya Takım”ı ile Jordan’ın global bir ikona dönüşmesi de bu bölümün konusu…

Altıncı bölümde ise Tribune yazarı Sam Smith’in “The Jordan Rules” kitabı, Jordan’ın takım arkadaşları üzerinde kurduğu baskı, kumar sevdası ve tüm olumsuzluklara rağmen üst üste üçüncü şampiyonluğa yürüme azmi anlatılıyor.

Dünyanın dört bir yanında, çeşit çeşit dalda sporcular, alternatif bir forma numarası seçmeleri gerektiğinde 23 numarayı seçerler. 6 bölüm geride kalırken bunun sebebini, Michael Jordan’ın büyüklüğünü kavradık. Kalan 4 bölümü de izlediğimizde taşlar tamamen yerine oturacak. Sabırsızlıkla bekliyoruz. Çünkü bugün bazılarımız spor ayakkabıyla işe gidebiliyorsak MJ sayesinde!

Yorum Gönderin