Lincoln Lawyer: Modern Bir Anti-Kahraman

Vicdan: Sinemanın göstermeyi en sevdiği mevzulardan biri. Talihsizliğe bak ki bunu göstermesi edebiyattan daha zor birçok açıdan. Edebiyattaki uzun uzadıya tasvirler, içsel deneyim betimlemeleri vs. öğeler vicdan kavramını görülebilir ve göz önüne çıkarılabilir hale getirmek açısından pek daha müsait. Oysa bunu sinemanın yapabilirliği oyuncunun deneyimi üzerinden kurulduğu için görece daha tehlikeli ve daha seçici. Yine de sinemanın ısrarla kullandığı ve başarılı yönetmenlerinde elinde iyi bir filme dönüşebilen bir konu vicdan.

Peki ama “Vicdan nedir?” diye sormak gerekiyor ilkin. Şüphesiz ki eski dinsel anlamını yitirmiş bir kavram olsa da etiğin sınırları içerisinde kıstırılmış bir kavramdır yine de vicdan. Bir eylemin ağırlığını taşıma süreciyle alakalı bir deneyim olarak tanımlanabilir kısaca. Ama bu tanım içerisindeki eylemin sorgulanması ya da eyleme iten süreç vb. konular tartışmaya açıldığında, vicdan o basit algılanma biçiminden çıkıp çok derin bir potansiyeli olan bir deneyime dönüşebiliyor pek tabi. Başta bahsettiğim edebiyat mevzusu da kaynağını tam buradan alıyor esasen.

Connelly’nin romanı olan “The Lincoln Lawyer”ı ele alan yönetmen Brad Furman’ın filmi aslında iki zor işin altında kalıyor. Bunlardan birincisi oldukça geniş bir okur kitlesi olan Michael Connelly’nin romanını beyazperdeye uyarlamak ve bunu yaparken dolaylı yoldan da olsa seyircinin beklentilerini karşılamak. Diğer sıkıntıysa -başta bahsettiğim meseleseye gönderme yaparak- vicdan meselesi üzerine eğilen metnin meselesini görsele dökerken karakterin deneyimini ekrana yansıtabilmek. Bu açıdan oyuncu seçimi fazlasıyla önemli bir unsur çünkü metni uyarlama sürecinde karakterin yaşamış olduğu meseleyi ele alan oyuncunun hem yaratılmış olan –önceden varolan- karakteri canlandırabilmesi hem de bu süreçte karakterin içsel deneyimini varolmayan bir görsellikten yaratması gerekiyor. Yani yaratılmış olan metni alıp yaratılmamış olan eylemi görselliğe dökmesi gerekiyor. Bu açıdan Connaughey’in muhteşem bir tercih olduğunu söylemem mümkün (her ne kadar filmi görene kadar kendimi buna inandıramamış olsam da). Aslında oyunculuğunu pek sevmediğim “classy” aktörler sınıfına ait olan Connaughey’e pek de olumlu yaklaşarak başlamadım filmi izlemeye. Yalnız önyargılarımı yıkmama yol açabilecek derecede iyi bir oyunculukla karakterin yaşamış olduğu vicdani gel-gitleri başarıyla yansıttığını görünce teslim oldum oyunculuğuna. Bu açıdan oyuncu seçiminin (içine diğer oyuncuları da dahil edebiliriz) sınavı geçtiğini söylemek mümkün.

Filmin teknik meselelerinin de fazlasıyla iyi olduğunu ve özellikle de Los Angeles imgesi içerisinde yaratmaya çalıştığı tekinsizlik unsurunun uzun zamandır görmediğimiz bir gerçeklikte verilmiş olması da ziyadesiyle başarılı. Yönetmenin şehri yansıtırken estetize kılma çabası yok. Daha ziyade şehrin içinde geçen bir öyküyü anlatırken mekanları sahip oldukları gerçeklikler üzerinden ele alma çabası olduğunu söylemek mümkün. Gerçeklik yakalama çabası aslında filmin fazlasıyla üzerinden durduğu bir mesele. Zaten bu gerçekçi tavrı anlamak da gayet mümkün. Edebiyatta da, sinemada da vicdan meselesini inceleyen eserlerin kaçınılmaz bir çabası gerçek olanı yansıtmak. Nerdeyse arketipik bir çaba bu. Sebebiyse ortada: vicdan gibi insana ait derin bir gerçekliğin seyirciye ya da okura hissettirilmesinin en direkt yolu o meselenin gerçekle en bağlantılı olan noktasıyla oluşturma ihtiyacı.

Öykü bir anti-kahraman öyküsü. Mick Haller Los Angeles’ta çalışan “sıradışı” bir avukat. Normal avukatların aksine o “sıradışı” olan sokak insanlarını hapse tıkmaya çalışmıyor. Etiketleri yok. Onun yerine hızlı düşünen ve hızlı plan kurabilen bir düşünme biçimi var. Israrla size “ Hiçbir müşteri yoktur ki masum olanı kadar korkutucu olan.” diye hatırlatmada bulunuyor Haller. Karakterin en büyük sıkıntısı ve hatta öteki olanı sarıp sarmalaması da biraz bu yüzden. Çünkü “öteki” olanla özdeşleştirilen “suç” Haller’ın kafasında o önyargılarla yer bulmuyor. Aksine bu önyargıları yıkıp gerçekten de suç meselesi üzerine düşünmekten taraf. Bazen akladığı insanlar tam olarak “masum” sayılmasalar da o hapse attırmaktan çok aklamayı tercih ediyor ve buna gerekçe olarak da yukarıda bahsettiğimiz cümleyi gösteriyor (gerçi bazen bunun yerini bilinçli bir kayırma da alabiliyor). İşte bu açıdan anti-kahraman olduğunu söylemek mümkün. Normal şartlar altında bir avukatın o takım elbisesinin altında belli önyargılarla hareket etmesi gereken üst-sınıf bir birey olması gerekirken o tercihini bundan yana kullanmıyor. Bu anti-kahraman imgesini desteklemek adına öykünün bir de Haller’ı paragöz bir kapitalist olarak çizme çabası da var olayın içinde. Yani hem “öteki”ni kayıran bir yanı olması hem de kapitalist bir şekilde para meselesini çok ön planda bulundurması ahlaki açıdan çelişkili bir karakter olarak sunuyor Haller’i bize. Tabi filmin ilerleyen bölümlerinde Haller’ın sahip olduğu tutum evrilmeye başlıyor ve bu da onun içsel deneyiminin önemli bir parçası halini alıyor.

Haller’ın bu anti-kahraman tavrı Amerikan sinemasının fazlasıyla sömürmeyi sevdiği bir mesele bir noktada. Anti-kahraman figürleri de kucakladığı imgesini yaratmaya çalışan Amerika için Haller gibi bir karakter biçilmiş kaftan. Ayrıca arketipik kahramanın aksine anti-kahraman modern bir algı içerisinde daha yerli yerinde duruyor. Tam anlamıyla dürüst ve idealist doğrulara inanan bir kahramanın aksine anti-kahraman, bunları ciddiye almaksızın hareket ediyor ve bu noktadan modern insanla olan ilişkisi hem güçlü bir bağ olarak var olurken hem de filmin yaratmaya çalıştığı gerçekçi atmosfere uyum sağlıyor.

-Buradan sonrası spoiler içermektedir!-

Haller’ın ele aldığı yeni bir dava, filmin esas meselesini oluşturuyor ve film bunun etrafında dönüyor. Louis Roulet isimli bir adam Reggie Campo isimli bir kadınla sevişmek için evine gidiyor ve işte burada tanıklardan iki tarafında anlattıkları çelişiyor. Roulet öyküyü anlatırken kendisinin eve girer girmez bir vazoyla kafasına vurularak bayıltıldığını ve ardından gözlerini açtığında karşısında başı yaralarla dolu olan Campo’yu gördüğünü ve Campo’nun ona tuzak kurup onun parasını sömürmek istediğini söylüyor (Louis’nin üst sınıfa ait birey olduğunu da burada belirtmekte fayda var). Diğer taraftan Campo, eve gelen Louis’in kendisini aşırı derecede şiddetli bir şekilde dövdüğünü ve bıçakla tehdit ederek tecavüz ettiğini söylüyor. Bu iki öykünün arasında kalan Haller kendi müvekkili olan Roulet’yi savunmak için onun anlattığı öyküye inanarak başlıyor işe. Ardından olayların boyutu değişmeye başladıkça film de Haller de büyük bir değişim geçirmeye başlıyor. Film “cool” bir avukatın öyküsünden içsel bir vicdan meselesi yaşayan bir avukatın öyküsüne dönüşmeye başlıyor.

Bir diğer bahsedilmesi gereken noktanın Louis Roulet karakteri olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Filmde hem beyaz hem de zengin olması sebebiyle üst sınıfı temsil eden Louis, birkaç park cezası dışında sabıkası bulunmayan mükemmel bir “erkek”. Suç işleyeceğini düşünebileceğiniz en son insan bir noktada. Ama Haneke’nin de Ölümcül Oyunlar filminde irdelediği gibi şiddet ve suç sadece alt sınıfla özdeşleştirilebilecek bir mesele değil çünkü bu bir sınıf meselesi olmanın dışında bir eğilim ve bütün bireyler arasında net bir gerekçesi olmaksızın değişiklik gösterebilecek bir eğilim. Louis Roulet ve Reggie Campo arasındaki ilişki de tam bu açıdan önemli. Üst sınıf bir erkek olan Roulet ve bir fahişe olan Campo için adalet “eşitlikçi” bir şekilde göstermiyor marifetini. Hatta Roulet’nin suçu saklayabilmesine yol açabilecek gücü temsil eden parası da var. Bu açıdan da Campo hem kadın olması hem de maddi açıdan “yetersiz” olması sebebiyle “öteki” konumundaki koltuğuna oturtuluyor. Normalde Campo’dan yana olması gereken Haller maalesef oyunu kurallarına göre oynamak zorunda kaldığı için müvekkilini korumaktan yana kullanıyor hakkını. Bu da bize adalet sistemi dediğimiz kavramın varlığını sorgulama yolu açıyor birçok açıdan. “Adalet sınıfsal bir çatışma meselesine dönüşmeye meyilliyse o zaman maddi iktidarı olan ve olmayanın arasındaki ilişki hiç de eşitlikçi değil.” gibi bir meseleye itiyor sizi film.

Filmin bu noktasında Roulet’yle annesinin arasındaki Ödipal ilişkiye de değinmek gerek. Kontrol konusunda saplantıları olan anne figürü Mary Windsor oğlunun bütün alanlarına dahil almak olmak istiyor. Annenin bu dahil olma arzusu çocuğun kadınlarla olan ilişkisini “sağlıksız” bir boyuta itiyor bir anlamda. Sadist bir cinsellik algısı oluşturan Roulet’nin böyle bir eğilime sahip olması, onun için bir kaçış yöntemine dönüşüyor. “Anne alanı”nda kaçmaya çalışan Roulet kadınlarla kurmuş olduğu ilişkilerde bir yandan erkeksi gücünü sınıyor diğer taraftansa sürekli baskısını hissettiği annesini bu cinayetlerin objesi olan kadınlarla özdeşleştirerek düşlüyor bir şekilde. Sadist arzuları annesine gösteremeyeceği kadar “utanç verici” olsa da, o bunu tatmin etme yolu olarak diğer kadınları kullanmayı tercih ediyor. Dolayısıyla “alt sınıf-suçlu”-“üst sınıf-masum” ilişkisi burada yıkılıyor. Bunun yerini bu ters yüz edilmiş ilişki alıyor ve psikanalitik bağlamda Roulet’nin bu eğilimine de bir inceleme getiriliyor.

Filmin hem bir cinayet öyküsü olması hem de bir vicdan öyküsüne dönüşmesi akla Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını getirse de Connelly ve Dostoyevski’nin meselelerini ele alış biçimlerinin bariz derecede farklı olduğu gerçek. Burada cinayeti işlemeyen bir Raskolnikov olarak Haller’ı görmek mümkün bir yerde. Suç işlemese de hep suçlu olma potansiyeli taşıması Haller’in tıpkı Raskolnikov gibi bir süreçten geçmesine yol açıyor. Hatta bu bize modern dünya içerisindeki suç algısının katmanlarıyla ilgili de bir fikir veriyor. Dostoyevski romanındaki polisler,müfettişler vs. karakterlerinin yerine bugün yaşadığımız dünyada çok daha fazla tabakadan oluşan bir “adalet” düzeni olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla avukat kavramı savunduğu kişiyle bir şekilde özdeşleştiği için onun masumiyetini de suçunu da kendi benliğiyle kabul etmiş oluyor yani ikinci elden de olsa bu deneyimin bir parçası haline geliyor. Bu suçtaki katmanlanmanın Dostoyevski’den bu yana yaşamış olduğu değişim aslında vicdan meselesiyle olan ilişkimizi de açıkça gözler önüne seriyor. Yaşadığımız dünyanın vicdan algısında meydana gelen bu katmanlanma filmin gerilim unsurunu da en çok besleyen öğe zaten. Geniş bir ağ içerisinde bütün karakterlerin ilişkisine lanse edilen vicdan meselesi Raskolnikov’unkinin aksine çok daha geniş bir kitle üzerinden giderek içsel bir süreç olmaktan öteye taşınıyor. Film bu açıdan dönemi içerisinde düşünüldüğünde, gerçekten de oldukça başarılı. Vicdan meselesini bu gerçekçi arketip kalıp içinden ele alsa da, filmi izlerken bu ayrıntıya çok fazla takılmıyorsunuz. Çünkü filmin kullanmış olduğu gerilim hamleleri sizi o kadar fazla içine alıyor ki bir yerden sonra düşündüğünüz tek şey öykünün nereye evrileceği olmaya başlıyor.

Kısaca toparlamak gerekirse, Güneşin Karanlığında bir film olarak “şaheser” kategorisi içine yerleştirilebilecek kadar iyi olmasa da, genel Holywood filmleri arasında oldukça başarılı bir yere sahip. Eli yüzü düzgün bir suç filmi olduğunu söylememek için elimizde hiçbir neden yok neredeyse. Hele de Connaughey ve Philippe’in kalburüstü oyunculukları filmi bir seviye daha üste taşırken yönetmen Furler’ın yaratmış olduğu “gerçekçi” Los Angeles tablosu filmi tamamlıyor. Yani Güneşin Karanlığında sinemada görüp beğenebileceğiniz ama “unutulmaz” kategorisine girip girmeyeceği belli olmayan bir suç filmi.
—-
Dipnotlar:
1-Filmde Haller’ın arabası “Lincoln” armasına sahip ve kitap ile film ismini buradan alıyor normalde (Filmin ingilizce ismi kitapla aynı). Lincoln’ın Abraham Lincoln’a bir gönderme olduğunu düşünürsek de her şey yerli yerine oturuyor çünkü Abraham Lincoln da yaşadığı dönem içerisinde kölelere yapılan ayrımcılığa karşı gelen bir devlet adamıydı ve bu Haller’le onun arasındaki benzerliğin bir öğesi olarak görülebilir.
2-Louis Roulet ismi de, Louis kelimesinin Fransız kraliyetleriyle olan ilişkisi üzerinden ele alınabileceğini düşünürsek, karakterin üst sınıftan oluşuna bir gönderme olarak görülebilir. Diğer taraftan Roulet’nin (Rulet) bir şans oyunu oluşu ve Haller’ın öyküsünün bir yerden sonra kumar oyununa dönüşmesi paralel bir gönderme olarak algılanabilir.
3-Reggie Campo ismiyse Regina’nın kısaltılması üzerinden okunabilir. Regina kraliçe anlamına gelirken ismin kısaltılması bu anlamından sıyrılmasına yol açıyormuş gibi görülebilir. Diğer taraftan Reggie kelimesinin “Reggae” kelimesiyle olan bağlantısı da bu müzik türünün kaotik yaşam tavrıyla özdeşleştirilebilir.

Yorum Gönderin