Charlie, sosyal sorunları olan, arkadaş edinmekte güçlük çeken, içine kapanık bir gençtir; lise birinci sınıfa başlayacaktır ve önceki yıl yaşadığı talihsiz bir olayın da etkisiyle son derece gergindir. Okulun ilk gününde çevresindekilerden tam da beklediği muameleyi görür, hiç arkadaş edinemez; yalnızca edebiyat öğretmeni Bill Anderson iyi davranır ona. Fakat birkaç gün sonra tanıştığı Patrick ve üvey kız kardeşi Sam, her şeyi değiştirecektir.
Üstteki birkaç cümleyle bile, böyle başlayan pek çok film geliyor insanın aklına. “The Perks of Being a Wallflower”ın fragmanını ilk izlediğimde, eğlenceli ama sıradan bir filmle karşı karşıya olduğum kanısına kapılmıştım ben de. Fakat uyarlandığı romanın çok başarılı olduğu söyleniyordu (günümüzün Catcher in the Rye’ı diyenler bile çıktı) ve ilgi çekici bir oyuncu kadrosu vardı. “Percy Jackson: Şimşek Hırsızı” filminden tanıdığımız ama çok da etkilenmediğimiz Logan Lerman, fragmanda bile daha iyi bir performans sergileyeceğinin işaretlerini veriyordu. Emma Watson da, Harry Potter’ın genç kadrosundan gelip oradaki rolünden sıyrılabilen ve nitelikli yapımlarda yer alabilen şimdilik tek isim olarak gene göz dolduruyordu. Yine de filmi izleyene kadar neyle karşılaşacağım hakkında pek bir fikrim yoktu.
Bazı filmleri, anlatım dili ve size hissettirdikleri dolayısıyla çok seversiniz; bir tür aşkla bağlanırsınız onlara. Yaptıkları şeyde ilk değillerdir, ama o kadar iyi yaparlar ki ilkleri kadar etkili olabilirler. Hele bunu çok fazla laf kalabalığına girmeden, kör göze parmak sokmadan yapabiliyorlarsa, daha ne olsun… “The Perks of Being a Wallflower” tam da bu bakımdan inci gibi bir film. Hissederek yazılmış, hissederek çekilmiş, hissederek oynanmış.
Zaten filmin senaristi ve yönetmeni Stephen Chbosky, uyarlanan romanın yazarı aynı zamanda (kendisi Jericho dizisinin de yaratıcılarındanmış). Dışarıdan bakınca çok da kolay uyarlanabilecek bir yapıya da sahip değil roman, çünkü Charlie’nin isimsiz birine attığı mektuplardan oluşuyor. Bu mektuplarda Charlie’nin büyük bir dürüstlük ve açıklıkla ifade ettiği hisleri sinemaya özgü araçlarla filme aktarmak, ancak mahir ellerde mümkün olabilirdi ve ilginçtir, Chbosky kendi eserini uyarlarken bunu özenle başarıyor (kendi eserini uyarlayan yazarlar her zaman bu kadar başarılı olamayabiliyor – Kubrick’in “The Shining” uyarlamasından nefret eden King, yıllar sonra çekilmesine vesile olduğu mini dizinin senaryosunu bizzat yazmıştı, ama sonuç hiç de iç açıcı değildi. Yerli bir örnek olaraksa aklıma “Komiser Nevzat” dizisi geliyor. Senaryo Ahmet Ümit’e aitti ama yapıma ismini de veren karakteri daha önce izlediğimiz “Karanlıkta Koşanlar” ve “Şeytan Ayrıntıda Gizlidir” dizilerinden çok daha başarısızdı).
Film, çoklukla insan ilişkilerine eğiliyor ve aşk, dostluk, eşcinsellik, madde kullanımı gibi konulara hassas biçimde değiniyor. Yerli yerinde müzik kullanımı ve birkaç efsane sahneyle akıllara iyice kazınıyor. Film ‘coming-of-age’ diye anılan türe dahil edilebilir (bir nevi ‘büyüme öyküsü’). Daha önceki örneklerinden bu filme en yakın bulduğum, Bernardo Bertolucci’nin “The Dreamers”ı. İleride yazar olmayı düşleyen Charlie’ye benzer bir karakterdi içine kapanık, sinema tutkunu Matthew. Ve Charlie’ye olduğu gibi, iki kardeş (Isabelle ve Theo) hayatının durağan akışını birdenbire bulandırıyorlardı. Tabii bu iki film arasındaki belirgin farklar da var: Fransız kültürüyle yoğrulduğu için “The Dreamers”ın bazı açılardan daha cesur olması ve daha kısıtlı sayıda karakterden müteşekkil olup az mekânda geçmesi gibi. Bir de “The Dreamers” sıklıkla sinemaya gönderme yaparken “The Perks of Being a Wallflower”ın göndermeleri, Bill’in Charlie’ye verdiği kitaplar aracılığıyla, edebiyat üzerine: “To Kill a Mockingbird”den, Charles Dickens kitaplarına.
Şu ana kadar edebiyat ve sinemadan bahsettim, ama müzik de filmde çok önemli yer tutuyor. Emma Watson’ın canlandırdığı Sam’in en çok vurgulanan özelliklerinden biri müzik zevki. Ve filmin en ‘güzel’ sahnelerinden birini de iki kelimeyle ifade etmek mümkün: tünel şarkısı. Bir de özellikle dikkat çeken ve mükemmel bir dans sahnesiyle adeta bütünleşen, Dexy’s Midnight Runners’ın “Come on Eileen” şarkısı var tabii.
Oyunculuklar nefis. Logan Lerman bu başrolle kendini kanıtlarken, Emma Watson, Hermione Granger’la neredeyse hiçbir alakası olmayan bir karaktere başarıyla can veriyor, yolu da açık (bu filmden sonra Sofia Coppola’nın “Bling Ring”ini bir ayrı merak etmeye başladım). Ezra Miller da kadronun parlayan isimlerinden; renkli, capcanlı bir performans ortaya koyuyor. Bill Anderson rolünde Paul Rudd, alışık olduğumuzdan farklı bir halde karşımızda; role özel bir şey kattığını söyleyemeyiz ama hiç değilse inandırıcı olabiliyor.
Filme yakın bulduğum “The Dreamers”dan bahsetmiştim ki o da hayli başarılı bir filmdi. Şunu da belirtmem gerek: Bu ‘coming-of-age’ filmlerinin (büyük kısmı ‘bağımsız gençlik filmi’ diye de anılabilir) kötü yapılanına da katlanmak zor oluyor. 2011 yapımı “The Art of Getting By” bunlardan biriydi örneğin. Yine sosyal sorunları olan bir genç; en sorunlu zamanında karşılaştığı, daha girişken ve ayrıksı, hayatında bir şeylerin değişmesine sebep olan kız, vesaire. Ama “The Perks of Being a Wallflower”ın aksine özen gösterilmeden ve en önemlisi ‘hissedilmeden’ yapıldığı öylesine belliydi ki, yarıda bırakmayı düşündüğüm bile olmuştu. Anlatmak istediğim şu ki, böyle filmler çok hassas dengeler üzerine oturuyor ve ancak ne yaptığını bilen ve hisseden ellerde olunca böylesine sağlam işler çıkarabiliyor ortaya. “The Perks of Being a Wallflower” da daha uzun süre konuşulma potansiyeline sahip. Uzun süredir ilk kez, filmin etkisi azalmasın diye romanı okumaktan çekiniyorum diyerek de kapanışı yapayım (en son Matthew Vaugn’un “Stardust”ında başıma gelmişti).
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.