The Revenant: Daha İyi Olabilirdi Hissi

İlk fragmanının yayınlandığı günden beri merakla beklediğimiz The Revenant’ı nihayet izleyebildik. Gerek yabancı eleştirmenlerden, gerekse de filmi önceden izleyebilen dostlarımızdan duyduklarımız çerçevesinde ben de kendimce bir beklenti oluşturdum. Ama bir filmin görüntü ve estetik olarak çok üst düzeyde olmasının onu iyi bir film yapmayacağını daha önce defalarca tecrübe ettiğim için beklentimi çok çok yüksekte tutmadım ki zaten filmin hikaye anlamında zayıf olduğu, en azından oldukça yükseğe koyduğu başarılı görsellik çıtasıyla karşılaştırıldığında yavan kaldığını okumuştuk. Nitekim bu tespitin ne denli haklı olduğunu filmi izledikten sonra anladım.
The Revenant görsellik ve kamera kullanımı bakımından gerçekten muhteşem. Hikayenin geçtiği doğayı, doğa şartlarını, güzelliklerini ve çirkinliklerini enfes bir şekilde yansıtıyor.

revenant-2Burada tabi Lubezki’den bahsetmezsek olmaz. Görüntü yönetmenliğinin yükselen yıldızı Lubezki, aslında uzun zamandır piyasada. Kariyerinin en görkemli işlerini de son yıllarda birlikte çalıştığı bir diğer görüntü estetiği uzmanı Terence Malick ile yaptı. Ama Malick filmlerinin gereki çerik olarak ana akım sinemaya uzaklığı gerekse de geniş gösterim ağı bulamaması sebebiyle Lubezki’nin parlaması The Revenant ile oldu. Ama ne yazık ki Lubezki’nin sanatıyla ortaya çıkan bu görsellik The Revenant’ın diğer boşluklarını dolduramıyor. Filmin çok klişe bir “intikam hikayesi” olan sinopsisini ne yan hikayeler ne de geriye dönüşler zenginleştiremiyor. Bunun en kötü yansıması da Di Caprio’nun karakterine oluyor. Glass isimli karakter fiziksel handikaplarının yarattığı düşkün olma durumu ve doğayla mücadelesinden başka bir şey gösteremiyor. Geriye dönüşlerle karakteri derinleştirme fikri de yeterli olmuyor. İntikam motivasyonu olan oğluyla ilişkisi de ne yazık ki kısa ve temelsiz kalıyor. İşte tüm bunlar birleşince de hem karakter inandırıcılığı hem de hikaye yara alıyor, filmin değerini düşürüyor. Kim bilir belki bunun karakterin ayı tarafından saldırıya uğradıktan sonra düştüğü durumdan kaynaklandığına dair bir açıklama getirilebilir ama bir seyirci olarak karakterin izleyiciye yansıması yetersiz düzeyde kalıyor. Di Caprio’nun layıkıyla canlandırdığı onca esaslı karakter varken (özellikle The Aviator’daki Howard Hughes) Oscar heykelciğini bu karakter ile alacak olması beni üzmüyor değil. Yine de hem Di Caprio’nun hem de Lubezki’nin Oscar ödüllerini şimdiden tebrik etsek çok da haybeden falcılık yapmış olmayız.
revenant-1
Hikayenin tüm bu olumsuzluklarına rağmen inandırıcı olabilen bir karakter var filmde. Tom Hardy’nin canlandırdığı Fitzgerald filmde aldığı süreyle olsun, filmin tanıtım kampanyasında bir köşeye itelenmesiyle olsun, bize bir yan karakter ve Glass’ın intikam ateşiyle yanıp tutuşmasının, dolayısıyla hayatta kalmasının sebebi, nesnesi olarak sunuluyor. Ama Fitzgerald’ın perdede göründüğü her sahnede bundan çok fazlasına sahip olduğunu görüyoruz. Fitzgerald filmin kötü karakteri olmasına rağmen villain olmanın, yani kötü adamlığın tüm karikatürizesinden uzak. O bir insan, kötü şeyler yapabilen bir insan. Yaptıkları için kendince sebepleri var, yaptıklarına dair geçmişinden de, kurmaya çalıştığı geleceğinden de anlatacakları var. Onun kendine inandırdığı motivasyonları sonucu yaptıklarının sonuçları çok kötücül olsa da filmin ete kemiğe bürünebilen tek karakteri olmayı başarabiliyor. Glass’ın son derece estetik görüntülerle bezeli geçmişinden daha çok etki bırakıyor hafızamızda Fitzgerald’ın sadece kendi sözleriyle anlattığı geçmişi. Tom Hardy bu karakteri o kadar iyi canlandırıyor ki, film boyunca onu daha çok görmek istiyor insan. Kötü adam daha insan, daha gerçekçi, doğruları ve yanlışlarıyla daha dürüst olduğu için neredeyse onun tarafını tutası geliyor izleyenin. Hardy’nin bu performansı Di Caprio’nun Oscar hengamesi sebebiyle ödül sezonunda haksız bir şekilde göz ardı edilse de aldığı adaylıkla çok şükür Akademi tarafından hakkı teslim edildi. Karakterler dışında filmin türler arası dolaşması da kafa karışıklığına yol açıyor. Hem western sosu, hem doğaya karşı hayatta kalma mücadelesi, hem görüntülerin yarattığı belgesel hava, hem yerlilerle alakalı poltik söylemler filmi kimlik bunalımına sokuyor. Bunun gibi birçok farklı türsel farklılığın daha önce başka filmlerde başarıyla bir hikaye çatısı altında başarıyla birleştirildiğini-çok kolay olmasa da- gördüğümüz için burada yapılamaması göze batıyor. Hikayeye iliştirilmeye çalışılmış modifiyeler gibi duruyorlar.
revenant-3
Inarritu’yu dünya sinema sahnesine koyan filmi “Amores Perros” hikaye bakımından oldukça güçlü bir filmdi çünkü Guillermo Arriaga gibi iyi bir senaryo yazarının kaleminden çıkmıştı. Ardından gelen “21 Grams” ve “Babel” de yine hikayeleriyle ön plana çıkmıştı ve hem Inarritu’nun hem de Arriaga’nın şöhretini pekiştirmişti. Ama daha sonra ikilinin yollarını ayırmasından sonra çektiği ilk film olan “Biutiful” ile diğer filmlerine kıyasla bir tökezleme yaşadı Inarritu. Artık Arriaga’nın hikayelerine sahip olmayan Inarritu, sinemasal tarzını görüntü estetiği ve görsel numaların ön planda olduğu bir yöne doğru çevirdi. “Birdman” ve “The Revenant”ı izlediğimizde bunu açıkça görüyoruz. Ama işte The Revenant hikaye bakımından bir “Birdman” cazibesi yaratamadığı için kamuoyunda yarattığı bunca gürültünün hakkını tam olarak veremiyor. Ben Inarritu’nun yerinde olsam aradaki tüm husumeti unutur ve filmin uyarlandığı kitabı Arriaga’ya götürürdüm. Arriaga’nın dokunuşu belki de filmi yılın iyi filmlerinden biri olmasından çok daha fazlasına taşıyacak nitelikselliği kazandırabilirdi ve bir “şaheser” yaratmanın direğinden dönülmüş olunmazdı.
Tüm bunlara rağmen The Revenant dev perdede mutlaka görülmesi gereken bir film. Zaman zaman bana çok sevdiğim Malick sinemasını hatırlatan ki (özellikle The New World) bunun sebebi sadece Lubezki değil, The Revenant “daha iyi olabilirdi” hissini yaratsa da pek çok sinemaseveri tatmin edecektir.

Barış Toker tarafından

ERIN GO BRAGH! https://letterboxd.com/BarisToker/ https://twitter.com/jameson2626