Duygulara Kollarını Açan “Ağaç”

Film festivallerinde katalog önünüzdeyken, gitmek istediğiniz filmleri neye göre seçersiniz? Profesyonel bir sinema takipçisi değilseniz; “izlemek zorunda olduğunuz” değil; beğendiğiniz filmleri gidip görmek gibi bir lüksünüz varsa, ne ala! Çünkü ben öyle yapıyorum…. Üstelik bir de sıcağı sıcağına duygularımı başka insanlarla da paylaşıyorsam, o film artık benim olmuş kadar özeldir benim için!

Yönetmeni, oyuncuları, konusu, öykünün geçtiği zaman ve mekan dilimi derken; bir de bakmışım epey seçici olmuşum. Ama ufak bazı nüanslar dışında genel bir zevk yelpazem oluştu diyebilirim. Zevkim için tam bir sıfat bulabileceğimden emin değilim… Ama “Ağaç” (The Tree / L’arbre) işte o filmlerden biri! Daha ilk sahnesinden kokusunu doğru aldığımı anlamıştım. Jenerikten önce tek bir samimi sahne beni kilitlemeye yetiyor… Sanki karşınızda yapay bir sinema kurgusu yokmuş da her şey yanı başınızda geçen bir hikayeden alınmış hissi veriyor. Birbirine aşkla sarılan bir çift, sohbetleri sırasında sigara içmeleri derken… Hele bir de televizyon kanallarında yayınlanan en iyi film bile olsa, eğer sigaranın üzerine bir fluluk ya da yaprak imgesi konuyorsa, tamam o sahne bitmiştir benim gözümde… Verandada, adamın ne kadar süreliğine iş gezisine çıktığını sorduktan sonra, kadının hamaktan düşmesi ve gülüşmeler… Oldukça doğal bir olay öyle değil mi? Ardından başlayan jenerik ve üzerine müzik de eklenince, o sahnenin devamını çok merak etmeye başlıyorsunuz.

Dört afacan çocuğun uçsuz bucaksız yeşil düzlüklerde koşuştuğu, oldukça eski, köklü ve aile yadigarı denebilecek yaştaki bir ağacın evin bahçesini kapladığı bir ortamda öykü geçmektedir. Filmin ana kurgusunun kadın (Charlotte Gainsbourg’un yine doğal ve güzel performansıyla; adı gün ağarması anlamına gelen Dawn) etrafında şekillendiğini düşünmek istedim ben. Ama başka izleyiciler veya kitapçığa konuları yazan festival yazarları, ana kahramanın küçük kız Simone olduğunu düşünmüşler. Filmin kahramanı denen sıfatı yüklemeye hiç gerek yok aslında. Ancak yönetmenin soyadı itibariyle film sektörü içindeki bir aileden geliyor olması ve daha önce Kieslowski üçlemesinin belki de kadının en hassas halini anlattığı filmi “Üç Renk: Mavi”ye yönetmen yardımcılığı yapmış olması, insanı ister istemez bir kadının gözünden filmi izlememiz gerektiği hissini veriyor. Ben de öyle yaptım… Çünkü ben de bir kadınım! Ve hatta sekiz yaşındaki afacan Simone’un büyümüş lafları, inatçılığı, gerçekleri olanca çarpıcılığıyla söylemekten çekinmemesi, ailesine sahip çıkması gibi özellikleri aynen benim dört yaşındaki kızıma benziyor… O yüzden üzgünüm ama birçok nedenden dolayı filmi tarafsız izlemem pek mümkün olmadı.

Bu özgür yetişme ortamı içinde kendi halleriyle barışık olan ve ailesiyle mutlu olan çocuklar, bir gün babalarının ani bir şekilde ölmesi üzerine sessizliğe bürünürler. İçine kapanan ve kendini bırakmayı tercih eden anneleri Dawn’a ise en çok Simone sahip çıkar. Simone bu asabi ama tatlı kız karakteriyle biraz da “Fidel’in Yüzünden” filmindeki Anna’ya benzer. Belki de annesinin toparlanmasını istemesi, babasının hayatının son bulduğu ağacın dibinde durup, onlarla konuştuğuna şahit olmasını istediği içindir. Dawn, en küçük çocuğu da dahil; hayata karşı ilgisizleşmesine, yalnız kalmasına, aşkının yanında olmamasına, çocuklarına karşı dik duramamasının korkusuna varana dek birçok şeye öfke duymaktadır. Hatta kocasının öldüğünü kendi ağzından uzun süre sonra ilk kez, tuvaletlerinin tıkanması nedeniyle tesisatçı ararken bulduğu George’a söyler. “Daha önce hiç çalışmadım çünkü kocam ikimize yetecek kadar kazanıyordu” cümlesini söylerkenki doğallığı bile, zaten nasıl doğal bir yaşam tarzı benimsediklerini gösteriyor. Ama biz tüm bu hissiyatları kare kare onun gözünden görürüz, fazla laf kalabalığı yoktur. İzleyiciyi salak yerine koyup açıklama yapma gereği duyan, birçok Hollywood filminde olduğu gibi; durumu anlamamız için karakterler arasında “Çok kötüyüm anlıyor musun?” gibi gereksiz diyaloglara ihtiyaç yoktur. Zaten film sanatı bunu görsel değil de yazılı yapmak isteseydi; roman yazardı öyle değil mi?

Taranmamış saçlar, hiç değiştirilmeyen kıyafetler, kapalı tutulan perdeler, ard arda yakılan sigaralar, bacaklarını karnına çekerek uyumalar gibi sahnelerle, Dawn’ın karın ağrılarını görürüz bir süre. Bu arada bir film içinde çocuklara geniş bir yer ayırmanın ne kadar zor olduğunu bir kere daha gördük. Onların kendi aralarındaki büyüyünce şunu yaparız bunu yaparız konuşmalarından tutun, iki kardeş arasındaki kıskançlık diyaloglarına varana dek, bunları başarıyla yansıtabilmek için çok iyi gözlemler yapıldığını da eklemek gerek.

Simone’un ağaçta, babasının sesinin ona cevap verdiği sırrını annesiyle paylaşmasıyla her şey yoluna girecek sanırsınız ama değil… Annesinin bir iş bulması, iş yerindeki George ile yakınlaşması, büyük kardeş Tim’in kendi yolunu çizmek istemesi gibi olaylar, artık herkesin dağılmaya başladığı hissini verir. Ama tam bu süreçte ağaç devreye girer ve bir iki kere kopan dallarının evin üstüne düşmesiyle onlara sanki bir güvenlik sinyali vermektedir. Ama herkes yine de kendi yolunu çizmek istemektedir. Simone hariç…

Filmdeki ölen kocanın ağaç temasıyla geri döndüğünün düşünülmesi, bu kayboluş noktası itibariyle biraz “P.S. I Love You” filmindeki Holly’nin kocasının ölümüyle başlayan mektupları keşfetme çabalarını andırsa da; çocukların varlığı, ailenin ilkel ve öz yaşam tercihleri bakımından çok benzeri olduğunu söyleyemeyiz. Yarasa, solucan, dev deniz anası, papağan, iri karınca, sincap gibi az rastlanır hayvanların her birinin filmde bir olguya karşılık geldiğini düşünüyorum. Dawn’un, tam da Simone’un istediği gibi bir yaşamı tercih ederek bu doğallığa dönmesi, George’un dediklerinden vazgeçip, ağacın kesilmesine asla izin vermemesi gibi kararların ardından bu kez doğa devreye girer. Avustralya etrafında ortalığı yıkıp geçen fırtınalardan evleri de nasibini alır. Evleri ve ağaç ile yaşadıkları bu son gecelerinde, Simone babasının saatini alarak onunla vedalaşır ve Dawn da çocuklarını kollarının altına alarak kendine gelmiş olur. Tüm ev yerle bir olmuş olsa da, onlar yeniden bir aradır, artık huzurla arka koltukta uyuyan çocuk psikolojisine geri dönmüşlerdir ve Dawn da yeniliklere açılmış ama kendini de bulmuş bir şekilde arabasına atladığı gibi yeni diyarların yolunu tutar. Ve benden ve belki de salondaki –yine ayrımcılık yapacağım- birçok kadının gözünden iki damla yaş akar… Çünkü hissi verme kısmı gerçekten başarılı olmuştur! Sanırım sinema sanatının evrensel değerleri arasında, endüstriyel olma, taraflı veya tarafsız olma, festivalleri egolardan dolayı terk etme veya ettirtme gibi özelliklerinden ziyade; en güzel özelliği, hangi topraklarda dili ne olursa olsun hissi verebilmesi… İşte başta sözünü ettiğim benim film zevkim bu, bilmem anlatabildim mi?

Yorum Gönderin