The Trip gibi filmler çekebilmek çok zor.
Öncelikle sanatsal kaygılardan uzaklaşmadan “fena değil” olarak adlandırılabilecek gişe geliri getiren ama belli bir düzeyin altına düşmeyen filmler çekebilen yönetmenlerden biri olmanız lazım. Michael Winterbottom, popülerlik ile sanatsallık arasındaki ince çizgide yürümeyi iyi bilen bir isim.
Ardından size çektiğiniz iyi filmler karşılığında “Bu filmde ne yaparsan yap” diyebilen yapımcılarınız olması lazım. Winterbottom birlikte çalıştığı yapımcılarda da bu kredisi bulunan bir isim.
Tüm bunların yanısıra sıkışık çekim programlarına ara verip, size kendini teslim edecek, dost sayabileceğiniz usta oyuncular da bulmanız gerekiyor. Steve Coogan ve Rob Brydon, Winterbottom için bu şansı yaratan iki iyi dost olmuş.
Ve en önemlisi sizi izleyecek, tolerans düzeyi yüksek, biraz kendi keyfinize göre bir film çekmiş olsanız bile mazur görecek bir seyirci kitlesine ihtiyaç var.
Sinema dünyasının kaosu içinde zor bir araya gelen bu etkenleri son 20 yılda sadece Richard Linklater, Ethan Hawke ve Julie Delpy’nin de katkılarıyla Before Sunrise/Sunset/Midnight serisiyle yakalayabilmişti. Kendilerine göre filmler çektiler ve başarılı oldular. Bu üçlemede aşk, evlilik, duygular ön plana çıkıyordu. Michael Winterbottom’ın ikinci filmini izlediğimiz The Trip serisinde ise “orta yaş bunalımı ve hayatın melankolik sıradanlığı” var.
İngiltere’nin en iyi oyuncu/komedyenlerinden ikisini, iki film boyunca dünyanın en güzel yerlerinde dolaştırıp, en güzel restoranlarında yemek yedirip, en güzel şaraplarını içirirken, bu hikayeden dozunda bir kara mizah, sıkılgan ama canlı bir hikaye, bunalımlı ve fakat güldüren filmler çıkarmak Winterbottom’ın ustalığıyla mümkün olabilirdi.
İki filmden de alacağınız tatlar yerinde ve organik… Duygularınızı, kahkahalarınızı şaha kaldıracak kadar abartılı değil ama somurtmanıza neden olacak kadar da sıkıcı değil. Filmlerde sahte gelebilecek bölümler yok. İyi dost oldukları tartışılır olan ama birlikte olmaktan da mazoşist bir keyif alan iki arkadaşın, alttan alta hissedilen ego savaşlarını, orta yaş krizlerini, sıkılganlıkla yoğrulan aşk hayatlarını izliyoruz. Çok klişe bir yaklaşımla açıklamaya çalışırsak, Coogan ve Brydon bizi de masasına davet ediyor ve beraber şarap içip, yemek yiyoruz.
The Trip fikri aslında BBC’nin aynı isimli 6 bölümlü belgesel fikrinden ortaya çıkmış. BBC, Attenbrough ya da bizim Vedat Milor gibi programlar beklerken, Winterbottom, Brydon ve Coogan, dramatik yönleri de olan, duyguları, inişleri, çıkışları olan bir yemek/gezi programıyla dönmüşler. BBC de altı bölümü yayınladıktan sonra belgeseli montajlayp bir film haline getirmiş.
İki filmin de birbirinden ayrı havaları var. İlk filmde bolca gülmemizi sağlayan Michael Caine taklitleri ve Rob Brydon’ın “Man in the Box” skeçleri ikinci filmde yine komik ama dramatik yapıya da pas atan şekillerde kullanılıyor. Roma’nın karışıklığı, Pompeii’nin hüznü ve italyan kırsalının durgun enerjisi karakterlerimize de yansıyor ve ilkinden daha sakin bir film ortaya çıkıyor. İlk filmde İngiltere’yi gezerken soğuk coğrafyaya fazla sıcak kaçan ikili, İtalya’daki sıcak coğrafyaya ise fazla soğuk kaçıyor.
Filmleri birbirinden ayırmak da, ikisini de hakkıyla anlatabilmek de zor. İki filmden alacağınız dersleri ise Brydon’ın şu sorusu ve alıntısıyla aktaralım: “Belirli bir yaşa geldiğinde herşey melankoli mi? Garrison Keeler şöyle demiş “40 altındaysan mutsuz görünmek seni ilginç gösterir. 40’ın üzerindeysen sırıtmak için elinden gelen herşeyi yapmalısın. Aksi halde huysuz ihtiyar olarak nitelenirsin”
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.