“Le vent se lève ! … Il faut tenter de vivre!”
(Rüzgar yükseliyor… yaşama tutunmak gerek!) (Paul Valery)
70’li yaşlarını süren usta Miyazaki son filmim dediği The Wind Rises (Rüzgar Yükseliyor) ile Valery’nin dizesinde olduğu gibi “yaşama tutunmamız” gerektiğini hatırlatıyor.
Hem rüzgar (rüzgarın önemini Totoro’dan hatırlayabiliriz), hem yaşama tutkusu kahramanlarını hiç bırakmadı yönetmenin zaten…
Fakir, 1. Dünya Savaşı ve doğal felaketlerle yorgun düşmüş bir ülkenin tekrar dirilme öyküsünü uçak mühendisi Jiro Horikoshi özelinde izleyici ile buluşturan Miyazaki, ilk kez gerçeklik sularına da bu kadar yoğun olarak giriyor. Genellikle masala yaklaşan bir anlatımı tercih ettiği için çocukları, çocuksuluğu öne çıkaran yönetmen bu sefer hızlı bir biçimde büyüklerin dünyasına geçerken rüyalardan yararlanıyor. Masalın yerini rüya alırken, çocukluklarını bir anlığına gördüğümüz kahramanlarımızın büyümüş halleri ile karşılaşıyoruz. Bu ani ergenleşme aslında filmi izlerken bizi alışık olmadığımız bir Miyazaki uslubu ile karşı karşıya bırakıyor ve ilk düş kırıklığını da yaratıyor. Halbuki Jiro ve kardeşi Kayo’nun çocuk halleriyle biraz daha beyaz perde de kalması iyi olabilirdi.
Yönetmen sanırım bu ani geçişi Japonya’nın kırık dökük yıkılmış halinden (1923 Büyük Kanto Depremi’nde Tokyo yerle bir olur, yaklaşık 150 bin kişi ölür) 1941 yılında Pearl Harbor’u vuracak hale getiren askerileşme (sadece insanlar değil bazen uluslarda erken ergenleşirler) olayına paralel olarak düşündü. Almanya’nın 25 yıl gerisinde kalmış bir ülke bir anda dünyanın en iyi ordularından birine sahip oluyor. Japon Deniz Kuvvetleri, 1900’lerden itibaren büyük japon idealinin sembolüdür. Nitekim Jiro ve şirketi de Deniz Kuvvetlerine çalışır. Bu durum Japonya’nın mahvolmasına yol açacaktır. Film boyunca bu öngörüyü karakterlerin ağzından duyarız…
Film en japon ve kişisel filmi gibi görünüyor olsa da yönetmen gene de rüyalara sığınır, çalışmanın erdemine güvenir, yıkımlara rağmen yola devam edilmesine ve rüyaların peşinden gidilmesine dair genel izleklerini korumaya da devam eder. Sevgi, Jiro’nun çalışma tutkusunun gölgesinde kalır, tasarım yapma arzusu işin yüceltilmesi, veremli eşin naifliğini boğar. Japonya belki de sanatoryumdan gelen eşe gösterilmeyen o dikkattin esiri olur ve gelişme arzusuna kurban eder koca bir nesli… Japonya’nın yükselişi ancak Hiroşima ve Nagazaki’de durur. Sözünü ettiğimiz düş kırıklığı Miyazaki’den değil ilk kez gerçek bir hayat hikayesinden esinlenmesinden doğar. Gene de ısrarla son ana dek rüyaların peşinden gitmeye devam eder…
Enfes tekrar karşılaşma sahneleri, oteldeki aşk bölümleri ve düşlere rağmen acı gerçeklikten kopamaz yönetmen… O yüzden son filmi diğer eserlerinin yarattığı etkiyi taşımayacaktır çoğu kişide… Miyazaki ilk kez gerçeğin çıplak haline dokunur ve ona bile sihrinden bulaştırmayı başarır. O yüzden tümüyle sihirli olmamasına rağmen (buna kızanlar olabilir) ustanın bu son veriminin önünde saygıyla eğiliyorum…
Bir Valery şiiri olarak başlayan film bir ulusun Deniz Kuvvetleri ile kurduğu rüyanın bir koca mezarlığa dönüşmesiyle biter. Tıpkı filme adını veren dizenin ait olduğu şiirin adı gibi “Deniz Mezarlığı”nda bütün umutlar kaybolur.
“Rüyalarınızı gerçekleştirmek için en iyi yol, uyanmaktır” diyen filme ismini veren dizelerin sahibi şair Valery’i ise filmin son karesine dek dinlemez Miyazaki… Bir rüyayla başlayan film bir başka rüyayla sona erer.
Hayat dediğiniz ne ki; uyandık ve uyuduk, gerisi iki kelime arası rüyalar…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.