Türk Sinemasında Dağıtım Sorunları ve Tekelleşme

Nedir bu dağıtım sorunu? Son yedi-sekiz yıldır bir sürü film ya çok kısıtlı bir şekilde ülkemiz sinemalarına dağıtıldı ya da hiç dağıtılmadı. Boxoffice Türkiye sitesini sıkça inceleyen birisi olarak söyleyebilirim ki gidiş hiç de iyi değil. Her sene bir sürü kaliteli film “para getirmez” diye düşünülerek ülkemizde gösterilmiyor. Hakları satın alınmayan bu filmleri ya netten ya da DVD’den izlemek zorunda bırakılıyoruz. Halbuki öyle filmler var ki bu filmlerin zevki ancak sinemada çıkar. Ama bu durum şirketlerin umurunda değil doğal olarak (!). Bu yazımda bu soruna geniş bir şekilde değinmeye çalışacağım.

Hollywood’un Dağıtım Sistemi:

Hollywood’da film dağıtımı nasıl yapılır? Önce bu konu hakkında bilgi verelim. Bazı kişiler sinema sektöründe en önemli koltuğun yapımcılık olduğunu düşünürler. Sonuçta parayı basan, filmin çekilmesini sağlayan, mekânların kullanımı için yerel yönetimlerden izinleri kopartan, hatta seyircinin önüne gelecek filmin nasıl olacağına karar verecek kadar ileri gidebilen kişidir yapımcı. Ama yapımcıdan da önemli kişiler var.

warner_bros_televisionEvet, yapımcı bunlardan sorumludur. Filmin gerçekleşmesini sağlar. Ama eğer dağıtımcı şirketlerle, bu şirketlerin başkanlarıyla bir ilişkisi, irtibatı yoksa filmi elinde kalacaktır. Büyük emekle yaptırdığı ve para yatırdığı filmi ailesi ve en fazla birkaç binden fazla kişi izleyemeyecektir. Dolayısıyla para da kazanamayacaktır. Bu yüzden bir yapımcının bu şirketlerle irtibat kurması zorunludur. Çünkü bu filmleri geniş bir alana sadece bu şirketler dağıtırlar. Filminizin Amerika’nın sadece birkaç eyaletinde gösterilmesini istemiyor musunuz? Filminizi Fransızların, İngilizlerin, İspanyolların, Türklerin de izlemesini mi istiyorsunuz? Öyleyse size görünen tek yol dağıtımcının yoludur.

Amerikan bağımsız sinemasının ürettiği filmler geçmişte çok kısıtlı şekilde gösterilirdi. Çünkü bu filmler Hollywood klişeleriyle donatılmamıştı. Büyük efektler yoktu. Kahraman filmleri, genelde “karakterle” (Jason Bourne, John McClaine, John Rambo) ilgilenmez. Karakter sahibi olan genelde kaybedenlerdir. Hayattan çok çekmiş, sistemle mücadele etmiş ama bu mücadeleyi kaybetmiş, yaşamaktan sıkılmış, psikolojik sorunları olan karakterler işlenir bağımsız sinemada. Şüphesiz böyle söyleyerek dünyadaki tek bağımsız sinemayı okura yanlış tanıtmak istemem. Amerikan bağımsız sineması sadece bu “karakterlerden” ibaret değildir. Tam zıt yöndeki karakterler de bu sinemadan çıkan filmlerde hayat bulurlar. Demek istediğim bağımsız sinemanın Hollywood’dan çok farklı bir yönde olduğu(1).

Böyle olunca bu filmler dağıtımcıların hemen ret ettikleri filmlerden oluyor. Çünkü dağıtımcılara göre seyirci kasvetli, huzurunu bozan, mutlu sonla bitmeyen, kendisini eğlendirmeyen bu filmlerden hoşlanmaz. Ayrıca bu filmlerde Hollywood’un tanınmış oyuncularına (star) yer verilmemesi de “para getirmez” önyargısının oluşmasına neden oluyor. O yüzden bu filmler geçmişte çok ciddi bir dağıtım sorunuyla karşılaştılar. Zaman içerisindeyse Amerikan bağımsız sinemasında değişikler görülmeye başlandı. Örneğin ünlü oyuncularla çalışılmaya, hikâyelere yeni açılımlar yapılmaya başlandı. Ayrıca sadece bağımsız filmleri destekleyen stüdyolar da kurulunca, büyük stüdyoların (bkz.: Universal, Fox, WB) bu sinemaya dair önyargısı az da olsa parçalanınca bu filmler daha fazla kişiye ulaşmaya başladı.

hollywoodKısacası dağıtım sistemi bir sinemanın yazılı-yazısız kurallarını değiştirebildi. Dağıtım önemlidir. Peki sistem nasıl işliyor? Hollywood’taki büyük stüdyoların -ki bunlar Disney, Warner Bros, DreamWorks SKG, Universal, Paramount, 20th Century Fox, Metro Goldwyn Mayer’dır- kendi dağıtım şirketleri mevcuttur. Warner Bros’un yaptığı bir film gene Warner Bros tarafından hem Amerikaya, hem Amerika dışına dağıtılır. Bu tür stüdyolara film yapmayan bir yapımcı filmini geniş bir şekilde dağıtmak istiyorsa örneğin Warner Bros’a başvurur. Ardından karşısına bir sözleşme koyulur. Yapımcı çok az bir para kazanacak olmasına rağmen bu sözleşmeyi imzalar. Bundan sonra dağıtım bu stüdyonun elindedir. Filmin hangi ülkelere dağıtılacağını, hangi ülkelerde kaç kopyayla vizyona gireceğini, o ülkelerde kaç şehirde gösterileceğini, kaç hafta boyunca gösterimde kalacağını hep stüdyo belirler. Örneğin Oliver Stone’un yönettiği Savages (2012) filmi UIP şirketi tarafından piyasaya sürülecek. UIP (bir değişiklik olmazsa) bu filmi 45(+) kopyayla vizyona sokacak. Bu filmi ülkemizin hangi şehirlerinde vizyona sokacağını belirlemiştir. İsterse sadece İstanbul’da vizyona sokar, isterse daha fazla şehirde. Karar kendisine (ve tabii ki sinemalarla yapacağı anlaşmalara) bağlıdır. Hollywood’ta da sistem bu şekilde işlemektedir.

Hemen bir sayı verelim. Amerika’da gösterime çıkan filmlerin yüzde seksenden fazlası yukarıda saydığım stüdyolar sayesinde gösterime çıkabildiler. Yani yukarıda adını andığım stüdyolar dağıtım ağını hakimiyetleri altına almış durumdalar. Herhalde şimdi geriye kalan yüzde on-on beşin içerisinde yer alan bir filmin durumu anlaşılır hâle gelmiştir. Tüm filmlerin neredeyse yüzde doksanını dağıtan bu stüdyoların karşısında bağımsız bir dağıtımcı şirketin/stüdyonun ya da yapımcının şansı olabilir mi? Bu yapımcıya sadece iki yol gözüküyor: Ya birkaç film yaptıktan sonra kepenkleri indirecek, ya da bu büyük stüdyolarla masaya oturacaktır. Kapitalizmin en can yaktığı dönemlerden bir tanesinde, yani yaşadığımız dönemde bu yapımcılara başka şans tanınmamaktadır. Stüdyolar 1930’lardan sonra dağıtımı da ellerine almanın meyvesini şimdilerde topluyorlar. Bu yüzden çok büyük bütçeli (150-200 milyon dolarlık) bir film gişede batsa da stüdyoya zararı ölümcül olmuyor.

Sorunlar:

Peki büyük stüdyoların dağıtım ağlarını ellerinde tutmaları ne gibi sorunlara yol açar? Bu büyük stüdyolar sadece Amerika’daki dağıtım ağlarını ellerinde tutmuyorlar. Yıllardır Amerika dışında da var olma çabası içindeler. Örneğin ülkemizdeki en büyük dağıtımcılar (UIP, Warner Bros, Chantier) yabancılara ait. Bu stüdyolar Amerika dışındaki ağları da ellerinde tuttuklarında çok büyük kazanç sağlamaya başlarlar. Warner Bros ürettiği filmini Türkiye’de dağıtmak için Bir Film gibi yerli dağıtımcılarla anlaşmak zorunda kalmaz. Bu şekilde başka bir dağıtımcıya kaptıracağı parası cebinde kalmış olur. Bu stüdyolar başka ülkelerdeki dağıtım ağlarını ellerine geçirdiklerinde yerli sinemanın kökünü kurutma gibi bir şansı elde etmiş olurlar. Nitekim belirli ülkelerde bunu başarmışlardı. Fransa’yı örnek verebiliriz. Stüdyolar Fransa’ya sürekli kendi filmlerini sattılar. Fransızlar kendi filmlerinden çok Amerikan filmlerini izlediler. Fransa’daki sinemalar kendi filmlerini vizyona sokmaktansa Amerikan filmlerini vizyona sokmayı daha uygun gördüler. Çünkü Amerikan filmleri, yerli filmlerden daha çok para kazandırtmaktaydı. Bir süre sonra Fransız sineması bitme noktasına geldi. Artık film çekilemiyordu. Her yerde Amerikan filmleri gösteriliyordu. Fransız hükümeti sinemanın öneminin farkına geç de olsa varınca Amerikan filmlerinin ülkesindeki gösterimlerine kısıtlama getirdi. Ayrıca yerli sinemaya destek üstüne destek vermeye başladı. Aslında yerli sinemayı bitirme noktasına getiren de Fransız hükümetiydi. Çünkü Amerikan filmlerinin ülkeyi istila etmeleri için yapmadıkları kolaylık kalmamıştı. Çin hükümetiyse yıllardan beri Hollywood filmlerine rest çekiyor. Çin’de bir senede en fazla yirmi yabancı film gösteriliyor. Çin politik sebepler yüzünden Hollywood’a kapıları ardına dek açmıyor. Hollywood’taki stüdyolar da yıllardır bu kapıya daha fazla aralamaya çalışıyorlar. Buradan elde edecekleri gelir hiç de az değil neticede (Çin, Hollywood için dünyanın en büyük ikinci pazarı). Bir diğer sorunsa kültürel. Etraf Amerikan filmleriyle dolmuş taşmışken bir milletin bu filmlerden etkilenmemesi, asimile olmaması çok zordur. ABD bunun farkına vardığında sinemalarına daha da fazla önem atfetmeye başladı.

getimage

Yerli Sinemada Dağıtım:

1960 ve 70’ler sinemamızın en üretken dönemleriydi. Ne derece doğru olur bilmiyorum, ama ürettiğimiz film sayısıyla Hollywood’ta rahatça rekabet edecek düzeyde idik. Tabii ki Hollywood bizden kalite olarak ilerideydi ama sanıyorum yılda üç yüz film üreten başka bir sinema sektörü yoktu Hollywood, Bollywood ve Yeşilçam dışında. Yeşilçam çok üretkendi. Ta ki 80 darbesine kadar. O günden sonra ne sinema kaldı, ne Yeşilçam. ’95’te çekilen Eşkıya filmine kadar toparlanamadı yerli sinema. Yeşilçam’ın en üretken dönemleri olan 60’lar ve 70’lerde hemen her film bir haftalığına da olsa gösterime girebiliyordu. Tabii bir hafta olmasının nedeni yılda üç yüz kadar film üretiliyor olmasıydı. Bu kadar film üreten bir sinemanın filmleri ardı ardına vizyona sokmaktan başka çaresi yoktu. Bu da filmlerin sadece bir hafta kadar gösterimde kalmasına neden oluyordu. O dönemlerde az bir para getirecek olsa da her film vizyon şansı bulabiliyordu. Çünkü dağıtım ağları yerli yapımcıların, şirketlerin elindeydi ve sinemalarda şimdiki gibi bir tekelleşme yoktu. Ayrıca sinemalarla imzalanan anlaşmalar çoğu filmin gösterime girmesini kolaylaştırıyordu.

Darbeden yıllar sonra Türk sineması toparlanma emareleri gösteriyordu. Yavuz Turgul’un Eşkıya‘sından sonra işler daha iyiye gitmeye başladı. Ülkeye hakim olan seks filmleri furyası zaten sona ermişti. Ama Hollywood’un hakimiyeti de sona ermeye başlayacaktı (en azından -bir süreliğine- eskisi kadar kazanamayacaklardı) . Eşkıya‘dan sonraki süreçte yerli filmler daha çok izlenmeye başlandı. Böylelikle Hollywood’un hakimiyeti sarsıldı.

Bugüne dönüp bir göz atalım dağıtımın işleyişine. Ülkedeki en büyük dağıtımcılar Warner Bros, UIP, Pinema, Mars, Chantier göze çarpıyor. Bu şirketler Hollywood’tan gelen filmleri dağıttıkları gibi yerli filmleri de dağıtıyorlar. Yerli dağıtımcılar arasında Bir Film, Medyavizyon, Fida Film, Mars, Özenfilm, M3 Film yer alıyor. Bu şirketler yurt dışından filmlerin haklarını satın alıp ülkemizde vizyona sokuyorlar. Ama açıkçası yabancı şirketlerle mücadele etmekte zorlandıkları bir gerçek (Mars dışında). Yabancı şirketlerin yerli filmlere de el atması yerli şirketlerin işlerini daha da zorlaştırıyor. Pastadan alacakları pay daha da azalıyor. Kısacası şu an pastanın çoğu kısmını yabancı şirketleri kapıyor.

foxSorunlar:

Yukarıdaki “Sorunlar” bölümünde Amerika’ya ait şirketlerin hakimiyetinin yol açacağı sorunları irdeledim. Burada yerli sinemamızın önündeki tehlikelere değinelim kısaca. Kültürel emperyalizm sinema yoluyla da yayılır. Amerika bunun farkındadır. Yukarıda da belirttiğim gibi bir ülkenin dili ve kültürü zarar gördüğünde çoğu tehlikeye karşı savunmasız kalır. Amerika da ülkelerin dağıtım ağlarını eline geçirerek (yani kendi şirketlerini yasalar ve yerli sinemalarla yapılan anlaşmalar sayesinde ülkede daha da güçlendirip yerli şirketlerin manevra alanlarını daraltarak) kendi filmleriyle ülkeye bu açıdan zarar verebileceğini yıllar önce farkına varmıştır. Hollywood ile kültürel emperyalizm arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu da başka bir yazının konusudur.

Bir diğer sorunsa gelirlerin yabancıların cebine gitmesidir. Warner Bros gibi şirketler Türkiye’den kazandıkları parayı şüphesiz Türk sinemasının gelişmesi adına harcamayacaklardır. Zaten yerli sinemayı, dağıtımcıları yok etmek gibi bir amaçları varken bunu yapacaklarını düşünmek akıllıca değildir. Buradan kazanılan her kuruş yurt dışına gidecektir ve “yeni” yabancı filmlerin yapılması için harcanacaktır. Halbuki dağıtım ağları yerli şirketlerin ellerinde olursa kazanılan para tekrar sinemamız için harcanacaktır. Bu da yerli sinemayı daha da geliştirecektir. Yapımcılarımızın WB gibi şirketlere ihtiyacı kalmayacaktır. Ayrıca şu an yabancı şirketlerin vizyona sokmadıkları yerli filmler gösterime girme şansı yakalayacaklardır.

Sorunlardan diğeri sinemanın kendi dilini yitirmesidir. “Hollywood filmlerinin çakması” sıfatını şu on iki yılda o kadar çok kullandık ki… Yeşilçam döneminde de Hollywood’un senaryoları çevrilip bu senaryolar filme alınıyorlardı ve sayıları da hiç de az değildi. Ama o zamanlarda dağıtım ağları kendi ellerimizde olduğundan bunlar dışında özgün işler de gösterim şansı yakalayabiliyordu. Bu sayede sinemamız için şu an çok önemli olan o usta isimler yetiştiler. Ne yazık ki Hollywood hakimiyetindeki sinemamızdan çok az başarılı filmler çıkıyor. Daha da üzücü sorunsa kendisine hep Hollywood’u örnek alan yönetmenlerin ortaya çıkması. Kendi dilini, üslubunu yaratamayan bu yönetmenler çareyi ya Nuri Bilge Ceylan’ı, ya da yabancı yönetmenleri taklit etmekte buluyorlar. Bu da “Hollywood filmlerinin çakmalarının türemesine neden oluyor. Sorun büyük. Taş çatlasa beş-on önemli yönetmenle bu sinema bir milim bile ilerleyemez.

Diğer tehlikeyse Hollywood filmleri dışında hiçbir şey izleyecek olmamız. Aslında bunu yaşıyoruz bile. Hatırlıyorum da eskiden, yani 90’ların sonları ve 2000’lerin başlarında ülkeye daha fazla sayıda Güney Kore, Çin, Fransız, İngiliz, İspanyol vs filmi girerdi. Son beş-altı yıldır ülkede gösterilen Avrupa ve Asya filmlerinin sayısında muazzam bir düşüş söz konusu. Bunlar yerine Amerikan filmleri gösteriliyor. Böylelikle fazlasıyla merak ettiğimiz, Amerika dışında üretilen filmlerin vizyona girmesi de zorlaşıyor. Sadece Sinema ve Altyazı dergilerinin sezonun başındaki “Vizyona da bekleriz,” başlıklı yazılarına bakarsak ne kadar da fazla filmin ülkede gösterilmediğini fark edebiliriz. Onca büyük yönetmenin ve umut vaat eden genç yönetmenlerin filmlerini sinemada izleyemiyoruz. Festival deseniz her ne kadar İstanbul dışında da yapılmaya başlansa da genelde İstanbul’la sınırlandırılmıştır. 

Bu sorunla ilgili bir örnek vermek istiyorum ki sorunun boyutu daha da anlaşılsın. Cemal Şan minimalist filmi Acı‘yı (2009) kotardıktan sonra filmini dağıtması için yapımcı aramaya başladı. Ama filmini izlettirdiği herkes “Bu film para getirmez. Bunu dağıtmam mümkün değil,” diyordu. Şan yeni filmini vizyona sokamıyordu. Bir gün Ferhat Gündoğdu, Şan’ın kapısını çaldı. “Elimde Sonsuz (2009) diye bir film var. Gel şu filmi sen çek. Eğer bu filmi çekersen ben de Acı‘nın dağıtımcılığını üstlenirim,” dedi. Şan’ın başka şansı yoktu. Kendisinin sinemaya bakışıyla uzaktan yakından alakası olmayan Sonsuz‘u hiç istemeyerek çekip bitirdi. Bu dağıtım sorunu genç ve parlak yönetmenlerin heba olmasına, giderek gişe filmleri çekip yeteneklerinin körelmesine neden olacak ne yazık ki. Genç yönetmenlerin “piyasaya uymaları” neredeyse hiç yol almayan sinemamızın gelişmesini ve adından söz ettirmesini de engelleyecek. Dağıtım sorunu, sinema sorunlarının kanımca en ciddisi. Filmleri dağıtılmayan bir yönetmen para kazanmak için gidip limon satmayacaktır herhalde. Kendisinden istenen filmleri kotaracaktır. Usta yönetmenlerin filmleriniyse sadece festivallerde izlemek mümkün olacaktır. Bu yüzden sinemaya gitmeye gerek kalmayacaktır. Bu dağıtım sorunu sadece Hollywood filmlerine yarıyor. Eşkıya‘dan sonra çok az filmle yerli filmleri ekarte edebilen Hollywood, dağıtım sorunu sayesinde Türkiye’de tekrar eski günlerine dönebilecek.

Sinema Salonlarındaki Tekelleşme:

Gerçek sinemalar öldü, yaşasın AVM sinemaları! Tabii ki öyle bir şey söylemeyeceğim. Gerçek sinemalar, yani alışveriş merkezlerinin içerisinde yer almayan sinemalar ne yazık ki bir bir kapandı. Hem artık AVM sinemalarıyla rekabet edemeyecek durumda olduklarından, hem de hükümet bu sinemalara köstek olduğundan hakimiyetlerini yitirdiler. Bu durum AVM sinemalarının gücüne güç kattı. Geçtiğimiz aylarda Mars Entertainment Group’un Bonus’la ortaklığı sona erdi. Biter bitmez de Maximum markasıyla ortaklığa gitti. Cinebonus oldu Cinemaximum. Mars, Maximum ile ortaklığa gittikten sonra AFM sinemalarını da satın alarak bu alanda bir tekel haline geldi. Bu ne demek peki? Çoğu alışveriş merkezindeki sinemaların Mars’a ait olduğunu ve alışveriş merkezleri dışında da artık çok az sayıda sinema olduğunu düşünürsek Mars artık istediği filmleri vizyona sokacak, istemediklerini sokmayacak. Yukarıda da uzun uzadıya anlattığım gibi yabancı şirketlerle yaptığı anlaşmalar ve bu filmlerin daha fazla para getirdiği gerçeği yüzünden para getirmesi imkansız olan filmleri izleyemeyeceğiz demek. Sadece Avrupa ve Asya yapımı filmleri değil, aynı zamanda bizim yerli filmleri de (tabii ki romantik-komedi, sulu komedi, aksiyon türleri dışındakileri) izleyemeyeceğiz anlamına geliyor. Sinema salonlarında tekel hale gelen Mars’ın kararları her şeyi etkileyecektir şüphesiz. “Ben artık sadece Amerikan filmleri dağıtacağım,” derse kimse bir şey diyemez. Tekelleşme bu yüzden iyi değildir. Olumsuz sonuçlar doğurur. Şunu da belirteyim: Mars tekel haline gelmiştir. Ama tekel kalabilmek için kendisinden daha güçlü olan Warner Bros ve UIP ile ticari ilişkisini devam ettirmelidir. WB ve UIP’nin Mars üzerinde bir güçleri olduğunu söyleyebiliriz.

“1990’larda ve 2000’lerin başında, bir bakıma Türk sineması kendi ülkesinde “yabancı”dır, uçlara itilmiştir. Gişe gelirinin paylaşılmasında söz hakkı sınırlıdır, varlığı, yüksek masraflarla üretilen filmlerin başarılı olmalarına bağlıdır. Tüm gücü elinde tutan dağıtımcılar, çok büyük gişe geliri beklemediği filmleri üç beş salona mahkum eder, pazarlama faaliyetlerini kısıtlı olarak gerçekleştirir.”(2)

Çözüm ve Sonuç:

Eğer devlet kendi sinemasını korumazsa kimse korumaz. Korunmayan bir sinemanın daha iyiye gitmesi çok zordur. Kurallar yasalarla daha belirgin hale getirilmelidir. Yabancı şirketlerin özgürlükleri sınırlandırılmalı, yerli şirketler ve yapımcılar desteklenmelidir. Dağıtım önemli bir sorundur ve bu sorun üstünde durulmalıdır.

Kaynakça:

(1) İki sinema arasındaki farklar için buradan bilgilenebilirsiniz: http://alpereraydin.blogspot.com/2010/10/amerikan-bagmsz-sinemas-uzerine-ksa-ksa.html ve http://asinema.wordpress.com/2007/07/17/yeni-amerikan-sinemasi/

(2) http://www.nuveforum.net/1507-radyo-televizyon-sinema/55700-film-endustrisi-dagitim-1990-sonrasi-turk-sinemasinda-dagitim-sektoru/

www.boxofficemojo.com

http://www.sineport.com/linkler/studyo.html

http://cadde.milliyet.com.tr/2012/04/16/HaberDetay/1218596/yeni-sinema-hareketi-basladi-

 

1 yorum

Yorum Gönderin