Womb: Klon Evreninde Kasvetli ve Kafa Karıştıran bir Aşk Hikayesi

Womb, !fistanbul 2011in en dikkat çekici yapımlarından biriydi. Macar yönetmen Benedek Fliegauf’un ingilizce olarak çektiği ilk film olma özelliğini taşıyan filmde Eva Green ve Matt Smith başrollerde yer alıyordu.

Yakın bir gelecekte sakin bir sahil kasabasında Rebecca ve Tommy’nin tanışması ve yakınlaşması ile başlıyor film. İlk görüşte aşk misali, daha ilk günden birbirlerine bağlanıyorlar. Ta ki Rebecca’nın ailesi Japonya’ya taşınmaya karar verene kadar. Hüzünlü ve soğuk bir ayrılık sonrası aradan 12 sene geçmiş; Rebecca büyüdüğü sahil kasabasına geri dönmüştür. Tommy’nin evine gider ve filmin ilk tanışma sekansındaki gibi, birliktelikleri kaldığı yerden devam eder.

Rebecca Sonar cihazları için yazılım tasarlıyordur. Tommy ise çevreci bir aktivist grup lideridir. Yeni yapılmış bir sağlık merkezinde (bu sağlık merkezinde ileri seviyede cerrahi müdahaleler, estetik ameliyatları, hayvan ve insan klonlama işlemleri yapılıyordur) büyük bir eylem yapma hazırlığındadır. Rebecca da bu eyleme katılmak ister ve kullanacakları aletleri bir kamyona yükleyip yolculuğa çıkarlar. Yolculuk sırasında Rebecca’nın tuvaleti gelir ve yol kenarında dururlar. Rebecca arabadan indiği sırada Tommy de arabadan inerken sol taraftan gelen bir araba feci bir şekilde Tommy’e çarpar. Rebecca için zor günler başlamıştır. Eylem için gittiği sağlık merkezine bu sefer çok sevdiği Tommy’yi yeniden hayata döndürmek için gidecektir. Bu filmin diğer klonlanma ile ilgili filmlerden ne gibi farklılıklarının olduğundan bahsedeyim size.

The Island, Godsend, The 6th Day gibi benzer öğelere sahip filmleri biliyoruz. The Island filminde genetik bilimin tanrıyı taklit etmek olduğunu ve bunun hristiyanlığa ters düştüğünü sistemsel bir şekilde vurgulamaya çalışan bir propaganda filmi olduğunu (en azından ben öyle düşünüyorum), Godsend filminde biraz bilimi kötüleyerek, biraz da işin içine doğaüstü olayları katarak yine aynı şekilde hristiyanlık propagandasının yapıldığını, The 6th Day filminde sebzelerin bile klonlanabildiği bir gelecekte kendi hayatının, kendine benzeyen biri tarafından ele geçirildiğini zannedip (halbuki kendisi bir klondur) devleti ve yasaları çiğneyerek kişiliğini ve hayatını almaya çalışan (The Island filmindeki gibi) bir adamın maceralarını izledik. Never Let Me Go filmi hariç (diğer yazımda detaylı anlatmıştım; bakınız) türün diğer filmleri aslında aynı mesajları veriyordu.

Filmimize dönersek, aslında filmin duruşu sonunda neler olabileceğine dair başından beri bize tahmin yürüttürebiliyor fakat asıl önemli olan bence bu filmin bize sunuluşu. Minimal iç mekan çekimleri, bulutlu, yağışlı dış mekan çekimleri, diyalogsuz geçen sahnelerde etkili bir kolaj oluşturuyor. Şiddetli bir aşkı, diğer aşk filmlerinden farklı olarak karakterlerin birbirlerine bakışları ve biraz önceki bahsettiğim detaylar betimliyor. Duygusal olduğu kadar ahlaki değerleri altüst eden bir yapısı var. Rebecca’ın sevdiği adamın DNA’sı ile hamile kalması ve onu yeniden hayata döndürmek istemesi filmin kırılma noktalarından biri. Doğurduktan sonra acaba ona anne şefkati ile mi yaklaşacak yoksa erişkinlik dönemlerine geldiğinde yeniden bir birliktelik isteyecek mi diye sorgulamaya başlıyorsunuz. Aslında yönetmenin de yapmak istediği bu gibi… klonlanma olayının ileri zamanda hayatımıza girdiğinde bizi ne gibi şeylerin bekliyor olacağını hissettirmek, bu tip bir olayın başımızdan geçmesi durumunda kendimizle alakalı hangi soruları yine kendimizin nasıl cevap vereceğini düşündürmek.

Haklı olabilir. Sapıkça bir fikir gibi geliyor olabilir ya da düşünebilirsiniz ama kendinizi Rebecca’nın yerine koyarak çok sevdiğiniz sevgilinizin, annenizin, kardeşinizin, babanızın hatta ‘evcil hayvanınızın’ başına geldiğinde, elinizde böyle bir olanak olduğunda ne gibi bir tepki verirdiniz?

Womb

Dini inançlarınızı mı sorgulamaya başlarsınız, çevreden gelecek mahalle baskısını mı düşünürsünüz yoksa her şeyi bir kenara bırakarak o çok sevdiğiniz, beraber anılarınızın olduğu ve olacağı o değerli varlığı yeniden yanınızda mı isterdiniz? Düşünmeye açık bir durum ve belki de filmin ana metaforu bu bence. Rebecca’nın Tommy’yi kontrollü bir ortamda büyütmesi bir bakıma çevredekilerin klon insanlara karşı bakış açısından uzak tutmaya yönelik anaç bir duygu gibi yansıtılsa da, Tommy’nin yetişkinlik döneminde kız arkadaşının olması, gözünün önünde onunla beraber olması, sevişmesi, içten içe bastırılmış duygularını da açığa vurmasına sebeb oluyor Rebecca’nın. Bunu da Tommy’nin Rebecca ile şakalaşması sırasında Rebecca’nın tahrik olmasından anlıyoruz. Bu sahneden sonra da Rebecca’nın Tommy’yi kontrollü bir ortamda büyütmesinin sebebinin duygusal bir nevroz olduğunu düşünebilirsiniz – ki bence öyle. Rebecca’nın sadece bir taşıyıcı olduğunu düşünüp bu ensest durumu yumuşatabilirsiniz yoksa ahlaki değerlerinizi sorgulamak zorunda kalırsınız.

Kasvetli, soğuk, alışkın olmadığımız mekan seçimlerine değinmiyorum bile. Filmin konusunu sunuş şekli zaten bu. Mekanların seçimi ve Glockenspiel’in zaman zaman öfke ve duygusallık karışımı melodisi fonda sanki sahnelerde olması gereken diyalogların yerini betimler gibi. Şahsen minimal, vurucu ve akılda kalıcı bir melodi. Filmi izledikten sonra kesinlikle aklınıza takılacak ve sizi araştırma yapmaya yöneltecek bir detayı söyleyeyim size: film Almanya’nın Hamburg şehrinde ve Sylt adasında çekilmiş. Sylt Almanya’nın kuzeyinde Nordfriesland iline bağlı bir yerleşim yeri. Filmi izlerken bunu öğrenmek isteyeceksiniz.

Diyalog eksikliğinden dolayı birçok insan bu filmi son derece ağır ve sıkıcı bulabilir fakat bence yönetmenin bu filmin atmosferini yakalaması için başvurduğu bir yöntem. Yoksa böylesine bir konuyu böylesine çarpıcı bir şekilde sunamazdı. Womb son dönemde izlediğim en çarpıcı ve sarsıcı film; kesinlikle izlenmeli!

Yorum Gönderin