İngiliz sinemasının büyük ismi Ken Russell, sinemanın gücünü perdeden taşırıp izleyiciye nüfuz edebilmiş nadir yönetmenlerden biridir. Zamanında izlediğim bir Mahler’in, bir Crimes of Passion’nın veya bir Music Lovers’ın gücünü hala duyumsarken nihayet Women in Love filmini de izleyebildim. Bu vesileyle Women in Love’a değinerek İngiliz sinemasının dehasını ölümünün üçüncü yıldönümünde (27 Kasım 2011) bir kez daha anmış olalım.
Metnin özümsenip görselleştirilebildiği Women in Love, D.H. Lawrence’ın Rainbow ile başlayan ve odağına bir aileyi koyduğu roman serisinin ikinci kitabından uyarlama bir yapım (Russell, Rainbow’u da 1989’da uyarlamış). Buna rağmen öncesini bilmediğimiz karakterlerin derinliğinde herhangi bir sorun göze çarpmıyor. Zaten Russell, geleneksel bir hikaye anlatıcısı değildir. O, anlatısını daha çok beden diliyle, duyguların ani geçişleriyle, grotesk sahnelerle, mekan kullanımındaki ustalığıyla aktarır. Kişileri ne kadar açık edersek onları o kadar boyutlandırırız gibi bir düz mantık sinemacı anlayışından beslenmez. Onun müzikal türde dahi başyapıt (Tommy) çıkarabilmesinin en mühim etkenidir bu.
Söz konusu isimler Ken Russell ve D.H. Lawrence olunca filmin adının çağrıştırdığı naif duygular tabii ki işlenmiyor. Film, kadın-erkek ilişkilerine, insanın hayattaki arayışlarına anlaşılabilirlik perspektifinden bakmıyor. Peki ne yapıyor? Sembollerin arkasına bakmamız gerektiğini, her şeyin bir sembol olduğunu belirten yönetmen en iyi yaptığı şeyi yapıyor:Güçlü semboller yaratıyor.
Orda burda sürekli oynaşan yeni evli genç çiftin, en sonunda herkesin gözlerinin önünde gölde bir anda kaybolup boğulmaları, hayatı bir mücadele olarak gören Gerald’ın Rupert ile şöminenin önünde tuttukları çıplak güreş, Gerald’ın Gudrun ile sevişmesi esnasındaki travmatik hali, defin esnasında atılan bir kahkaha, sonra da o kahkahanın anımsattıkları, Gudrun’un sebepsiz yere sığırları delice kovalaması, bir anda araya giren dans gösterileri, Rupert’in kendini doğanın içine çırılçıplak salarak otlara, çalılara sürtünmesi… tüm bu güçlü sembollerin altlarında neler yatıyor? İşte onu görmekte biz izleyiciye düşüyor.
Elbette ki güçlü semboller yaratabilmek için güçlü oyunculuklar da gerekiyor. Alan Bates, Oliver Reed, Glenda Jackson (rolüyle Oscar alıyor) işlevlerini fazlasıyla yerine getiriyorlar. Bir tek, Ursula’yı canlandıran Jennie Linden zayıf halka olarak kalsa da sorun olmuyor. Çünkü dörtlü arasında en az sembol değeri taşıyan kişiyi canlandırıyor.
Son yıllarında sermaye sıkıntısı çeken ve kanımca değeri fazla anlaşılamamış İngiliz dahisi Ken Russell’ın filmlerine, günümüzde hala tüm güçleriyle dururken arada bir bakmak ve kendisini rahmetle anmak gerekiyor.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.