10. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Değerlendirmesi

Bu yıl pandemiye rağmen son derece özverili çalışan bir ekiple güzel bir festival gerçekleştirildi. Özellikle VisionİST bölümüyle sektörün önemli profesyonelleriyle katılımcıları buluşturan bölüm bu yıl da çok bilgilendirici ve eğitici oldu. Bu yazıda festivalde izlediğim filmlerin kısa kısa değerlendirmesinin derlemesini bulabilirsiniz.

Yalda, A Night For Forgiveness: Çok fazla hakim olmadığımız, pek değinilmeyen İran televizyonlarında bir can pazarını konu ediniyor. İran’ın rutin duygusuzluğu içinde bahsettiği idam konusunu bu sefer “af” teması üzerinden işleniyor. İnsan hayatının ucuzluğu şov dünyasında anlamsızlaşıp hissizleşmenize yol açıyor. İran’ın televizyon dünyasındaki sıradanlaşan ölüm kalım mücadelesi, kan parası atılan sms’ler ve bu olayların ayrıntıları batılıları yine şok edecektir.

County Lines: İngiliz varoşlarında genç yaşta amaçsızlığın verdiği boşlukla suça bulaştırılan kurye çocukların dramı Ken Loach tarzı gerçekçi bir üslupla anlatılıyor. Kayıp giden hayatların trajedilerine tanıklık ediyoruz. Nesilden nesile bulaşan suç batağı virüsünü kurbanların kendileri ve ailelerinin gözünden sunuyor. TanrıKent’in soft ötesi hali diyebiliriz.

The Seeds We Sow: Sözde özgürlüğün simgesi olan Fransa’nın sözün gücüyle kurban konumuna düşen gençleri üzerine bir ağıt… The Seeds We Sow görsellerini bir simge olarak kullanıyor. Sözleriyle mahkum olanları sözlerle anlamaya çalışıyor. Doku-drama şeklinde hikayesini anlatıyor. Protesto eyleminde hapislerde çürüyen insanları ve onların peşinden yas sürecindeki sevdiklerine dair belgesele yakın bir deneyim sunması dokunaklı ama sinema anlamında epey zayıf bir iş diyebiliriz.

Charlatan: Baskıcı iktidarlara sahip her ülkenin mottosudur: Hiçbir iyilik cezasız kalmaz! Charlatan da böyle bir karakterin peşinden gidiyor. İnsanlara yardım eden bir şifacının kendi içindeki çıkmazlarına ve hayatta kalma içgüdüsüne çanak tutuyor. Olan yine aşklara oluyor. Karakterin gelgitlerle dolu gizemli tavrı, geçmişine ışık tutuldukça aydınlanırken; kimilerinin sadece tutkularına sadık kalabildiğini fark ederiz. Bireysel zevkler geçicidir ve asıl olan demir perde ülkelerinde olduğu gibi hizmet etmektir. Holland sinemasından yine olgun bir iş ortaya çıkmış. Ancak Holland yine komünist sistemden ne kadar nefret ettiğini bir kez daha haykırıyor.

Namo: Bu yıl en iyi film ödülüyle dönen yarışma filmlerinden Namo, toplumsal histerinin insan hayatına ne kadar zarar verdiğini biraz televizyon filmi havasında karşımıza sunsa da, çarpıcı finaliyle aklımızda yer alıyor. Toplum baskısının bireyler üzerindeki bezdirici etkisi ve ülkeler üzerinde dolaşan yabancı öfkesini haddini aşmadan kendince yorumlayı başarıyor. Jagten filminin uzak akrabası gibi diyebiliriz. Korkunun yine toplumsal bir paranoyaya dönüştüğü karmaşaya tanıklık ediyoruz.

An Old Lady: Yaşayış biçimlerine göre yargılayan toplumun önyargılarıyla karar vermesinin yansımasını bizlere sunuyor. An Old Lady yaşlılığın getirdiği yalnızlığı da sonuna kadar iliklerinizde hissettiriyor. En çok da adalet arayışındaki bir kadının yalnızlığını… Çünkü akıllardaki “kadın” prototifinin yine yanlış algılandığı küçük bir şehir mantalitesine tanıklık ediyoruz. Yaşlı kadınların cinselliğini yaşamasının dahi tabu olduğu bu dünya, doğal olarak kurbanın bile suçlu konumuna düştüğü üzücü gerçekliğe dönüşüyor.

Otac (Father): Devlet politikalarının ezdiği insanları, bürokratik engellerle suçsuz yere cezalandırılmasını tüm fiziki yorgunluğuyla bizlere sunan Otac, bir babanın çocukları için verdiği mücadeleyi son derece dokunaklı ve yıpratıcı olarak işliyor. Ne yaparsa yapsın her artısı eksiye düşen bir adamın direnişi, finaliyle etkileyici kılınmış. Her coğrafyanın ayrı kötülükleri yenmesi gerektiğinin farklı bir özeti gibi.

Veins of the World: Moğolistan’ın günlük hayatından kesitler vererek bir çocuk üzerinden aile dramını karşımıza sunan yapım, insanların maddiyat uğruna yok ettiği doğayı göstermesi açısından önemli bir iş olarak değerlendirilebilir. Ancak filmin buna rağmen kapitalist bir tv programında teselliyi araması ucuz bir son olarak akılda kalıyor. Onca acının tesellisi bir şarkı olmamalıydı.

Submission: Kocası tarafından tecavüze uğrayan bir kadının yaşadıklarını, yarattığı imgelerle anlatan yapım, özellikle mahkeme sahnesindeki dramatik yapısıyla gerçekçi üslubu yakalamayı başarıyor. Evlilik içi istismarı çarpıcı bir şekilde yansıtmayı beceriyor. Başrol oyuncusunun performansıyla akılda kalıcı olan yapım, bu yılki yarışmanın en güçlü filmiydi denilebilir. Erkek bakış açısının kadınlara verdiği zarar bu filmle net bir şekilde netleşiyordu.

A Common Crime: Francisco Marquez tam da günümüzün portresini bu filmde çiziyor. Her olaya isyankar vatandaşın, kitlelerin peşinden giderken duyarlı, kendi başına geldiğinde ise gözlerini kapatmasını anlatıyor. Yani kısaca toplumsal ikiyüzlülük konusunda gündelik yaşamın içinden bir bakış atıyor. Filmin içindeki sessizlik hali, tanık olunan insan hakları ihlallerine dahil olmak istemeyen üst – orta sınıfın sahtekarlığı diyebiliriz. Filmin merkezine oturtturduğu sır, filmin beklenen finaliyle son buluyor.

The German Lesson: Sanata tahammül edemeyen bağnaz kafaların, tek tek insan ruhuna yenik düşeceklerini anlatan German Lesson, görsel olarak tatmin edici kadrajlar yakalasa da, hikaye anlatımı konusunda yeterince akıcı bir iş çıkartamıyor. Belli ki klasikleşen kitabın gerisinde kalıyor. Hantal kurgusu ile kitabın ruhunu yakalayamıyor.

Yaşamak: Aloe Vera tanıtım filmi çekerken, farklı bir konuya temas edersek bu filmi uzun metraj film olarak pazarlarız mantığında çekilen film, duygu sömürüsü yaparak karşı tarafı haklı çıkaran ender filmlerden biri diyebilirim. Kötü oyunculuklar ve reji resitali olarak özetleyebiliriz. Türkiye’den pek çok oyuncunun yer aldığı proje, Almanya ortak yapımı olmasaydı, belki bugün bu filmi konuşuyor bile olmazdık.

 

Yorumlar

Bir cevap yazın