Malzemeler:
Mutluluk trenini uzun zaman önce kaçırmış bir sokak çalgıcısı.
Evli ve çocuklu (fakat o sokak çalgıcısını hâlâ unutamamış) bir kadın.
Santiago de Compostela’da kaybolmuş bir Makedon.
Günün tamamını sarhoş geçirmeye kararlı iki arkadaş.
Âşık olduğu kadını bekleyen bir adam.
‘Birbirine’ âşık iki adam.
Erkek kardeşinin bir erkeği sevdiğinden habersiz bir adam.
Yanlış yemeğe davet edilmiş bir kadın.
Elindekilerle tatmin olamayan bir genç kadın.
Genç kadının beklentilerini karşılayamayan bir adam.
Doğum gününü karmaşık duygularla kutlayan bir adam.
Biri şarkıcı olmak istediği için hararetle tartışan iki kız kardeş.
Müzik gruplarına bir kadın şarkıcı arayan baba-oğul.
Sessizce yemeklerini yiyen yaşlı bir çift.
Hazırlanışı:
Karakterleri pişirmeye başlamadan su dolu, büyükçe bir tencereye alıp bir taşım kaynatın.
Hikâyeler olgunlaşana, beklenmedik noktalarda kesişene kadar dinlendirin.
Drama, komedi ve bir şişe şarapla marine edin.
Bize ait olmayan ama pekâlâ hepimizin kendimizi bir anda içinde bulabileceğimiz bu hayatları fırında, kısık ateşte pişmeye bırakın.
Pişmeye yakın göz kararı gülümseme ve gözyaşı ekleyin. Bir süre de bunlarla beraber pişirin.
107 dakika boyunca kimsenin sıkılmadan oturabileceği, özenle hazırlanmış bir masada 18 öğün halinde servis edin.
Afiyet olsun!
Değerli sinemasever okur… Şu an gezegende kaç kişi yemek sofrasındadır? Kaçı kahvaltı ediyor, kaçı öğle, kaçı akşam yemeği yiyordur? 5 çayı için ufak bir tepsi hazırlamış ya da ‘kayıntı’ için soluğu buzdolabının önünde almıştır?
Öyle ya, ‘saat farkı’ diye bir şey var. Hatta uyku düzenimize, yaşam tarzımıza göre karşı komşumuzla bile aynı anda farklı öğünler yiyebiliyoruz. Ama şu bir gerçek ki, dünya üzerinde pek az şey bizi ‘yemek masası’ndaki kadar çok ortak paydada buluşturuyor; hemzemin, hemhal, hemfikir yapabiliyor.
Etrafındaki birkaç süslü ayrıntıyı çıkardığımızda Papermoon’da yenen bir öğle yemeğiyle hemen yakınlarında bir inşaatta tuğla üstüne gazete serilerek yenen soğan-ekmeğin; İstinye Park ‘Masa’daki astronomik fiyatlı bir risotto’yla mütevazı öğrenci evinde aynı zamanda ders çalışmak için kullanılan ‘masa’da yenen makarnanın çok da farkı yok. Hangisinin daha fazla tat verdiği, daha mutlu ettiği tartışılır bile…
Acılı, diyet, vejetaryen, duble, soğanlı, soslu, etli, sütlü, kremalı, ucuz, pahalı… Hepimiz yemek yiyoruz. Genelde TV dizileriyle tanınan Jorge Coira da bakmış hiçbir yemek aslında sadece ‘yemek’ değil, her sofra hayatın tadını değiştirme fırsatı sunan bir şölen, demiş ki “Madem öyle, ben bu ‘yemek’ olgusu üzerine, insanın içine işleyen, midesinden geçip kalbine giden bir film yapayım!” Ortaya çıkan ürün ‘Dieciocho (18) Comidas’ olmuş. 18 Yemek ya da 18 Öğün diye çevirebileceğimiz gibi, bence en uygun karşılık olarak ’18 Sofra’ olacaktır.
Film İspanya’nın kuzeybatı ucunda yer alan, coğrafi olarak “Niye Portekiz’e bağlı değil lan burası?” dedirten, ‘yalnız ve güzel’ Galiçya’da geçiyor. Bölgenin başkenti Santiago de Compostela, Hıristiyanların ‘Camino de Santiago’ hac rotasının tamamlandığı nokta olan Katedralden dolayı pek çok turist çeken, yaklaşık 100 bin nüfuslu bir şehir…
Santiago de Compostela küçük bir yer olsa da, burada her gün yüzlerce kap, yüzlerce çeşit yemek yapılıyor. Tabaklar dolup boşalıyor: Taptaze deniz ürünleri, ülkenin vazgeçilmezi ‘jamón’lar, türlü türlü çorbalar, ekmekler…
18 Comidas, bir grup karakterin Santiago de Compostela’da aynı günün kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeğine konuk olan bir film… Çeşitli yerlerde kesişen farklı temalarıyla Love Actually ve Paris Je T’aime tadında. 9 günde çekilen filmde 4 dil konuşuluyor: İspanyolca, Galiçyaca, İngilizce ve Makedonca.
Film, Compostela’da günlük hayatın içinden ‘doğaçlama’ birkaç sahneyle başlıyor. Ardından Luis Tosar öncülüğünde başarılı bir oyuncu topluluğu geçit töreni gibi, film şeridi gibi önümüzden geçiyor. 6 ana hikâye, 24 oyuncu var. Örneğin kocası ve oğlunu yolcu ettikten sonra eski aşkı Edu’yu öğle yemeğine çağıran Sol; ev arkadaşı Sergio’nun sadece bir ‘ev arkadaşı’ olmadığını ağabeyinden saklama çabasındaki Victor; gelmeyecek bir sevgili için evde sürekli leziz yemekler hazırlayan Vladimir; Makedonya’dan bir şekilde Compostela’nın yolunu tutmuş, ‘yolunu bulmaya’ çalışan Spasek…
Sahneler ve sofralar arası geçişler öyle yumuşak, öyle ‘lâtif’ ki, hâlâ bir diyalogu takip ettiğinizi sanırken çoktan bir başka yemeğe geçilmiş olduğunu görüp şaşırabilirsiniz! Gerilimin ve duygu yoğunluğunun yükseldiği anlarda ‘araya atılan’ eğlenceli bir sahneyle temponun düşürülüşü de adeta bir ‘Nasıl senaryo yazılır?” dersi kıvamında…
“Galiçya’nın Çocuğu” Luis Tosar yine harika oynuyor. Bu kez duygusal bir sokak müzisyeni rolünde… Adamı hangi role koysanız hakkını vererek ‘şovunu yaptığını’ biz söylemekten usandık, o oynamaktan bıkmadı! Hollywood’da doğsaydı kaç yere heykelini dikerlerdi acaba? ‘Los Lunes al Sol’ ile yine bir Galiçya şehri olan Vigo’yu sevmemize büyük katkısı olmuştu. Bu kez de Santiago de Compostela’ya âşık olmamızı sağlıyor hayırlı evlat Tosar! (Film müziklerinin Galiçyalı besteci Piti Sanz tarafından yapıldığını ve büyük bölümünün yine filmin oyuncularından Nuncy Valcárcel’le beraber Luis Tosar tarafından seslendirildiğini de ekleyeyim.)
18 Comidas’ta yemek sofraları hayatın bir özeti, ‘sıkıştırılmış’ bir versiyonu gibi: Ayrılıklar, bağlanmalar, kavgalar, itiraflar, doğum günleri, kalp krizleri, mutluluklar, hüzünler… Hepsi o masada vuku buluyor. Aslında bu kadar çok ‘yemek’ dedikten sonra, yemeğin ana unsuru olan ‘yiyecekler’in filmde bu kadar az görünmesi de sizi şaşırtacaktır. Zira girişteki görsel lezzet şöleninden sonra karakterleri belki de yemek yemekten çok sigara içerken görüyoruz!
Coira muhtemelen bunu bilinçli yaptı. Tadını damağımızda bırakmak için! Filmi izledikten sonra mutfağa dalıp canınızın çektiği bir yemeği yapmaya koyulacağınızı iddia ediyorum. Sizde böyle bir etki yaratmazsa filmin tuzunu biberini kontrol edin, biraz daha pişirip tekrar deneyin!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.