Julie Delpy’nin senaryosunu yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı 2007 yapımı 2 Days in Paris (Paris’te 2 Gün) güzel bir sürprizdi. Başta Delpie kendi Before Sunrise’ını çekmiş galiba diye düşünmüş (ki Delpy ve Hawke Before Sunrise / Sunset / Midnight filmlerinin senaryolarına da katkıda bulunmuşlardır) ama izledikten sonra bu filmin gayet farklı bir tatta olduğunu görmüştük. Biraz Woody Allen havası da yok değildi ama Delpy’nin oynadığı ana karakter Marion’un çılgın ailesinden kaynaklanan cümbüş havası filme farklı bir lezzet katıyordu. Hoş bir seyirlikti ve Delpie’nin ileriki işleri için umut kaynağıydı.
2 Days in New York’un çekileceği de birkaç yıldır belliydi ama görücüye çıkması 2012’yi buldu. Devam filmi fikrine olumlu baksam da ilki kadar beğeneceğime ihtimal vermiyordum açıkçası. Bu bakımdan film beni şaşırttı ve bir hayli memnun etti. Paris’i tüm detaylarıyla hatırlamıyorum; sonuçta dile kolay beş yıl geçmiş ama New York”tan çok zevk aldığımı tereddütsüz söyleyebilirim. Ünlü komedyen Chris Rock’ın canlandırdığı Mingus’la Marion’un ilişkisi çok sevimli ve alabildiğine gerçekçi. Ki bu samimiyet, “devam filmi çekmek için Marion’a yeni bir sevgili lazım” gibi bir proje havasının önüne geçerek filmi güçlendiriyor. Mingus – Marion ilişkisinde cicim aylarından sonraki aşamayı izliyoruz zaten: sık sık (genellikle Marion’un ailesinden kaynaklı) münakaşa ediyorlar ama genellikle bu tartışmalar dünyanın sonu gibi davranmıyorlar; yeri geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi de biliyorlar.
Yan karakterlerin de filmde önemi büyük. Alexia Landeau tarafından canlandırılan, Marion’un kız kardeşi Rose ve onun erkek arkadaşı rolündeki, en az Rose kadar çılgın Manu (Alexandre Nahon) filmde ana karakterlerden resmen rol çalıyorlar. Ki Landeau’nun filmin senaryosunda da parmağı olduğunu belirtmek gerek; Rose’un çılgınlıkları bizzat onun başının altından çıkıyor olabilir. Julie Delpy’nin gerçekte de babası olan Albert Delpy de tatlılar tatlısı. İngilizce bilmiyor oluşu basit ama bence doyurucu bir ilave mizah katıyor onun sahnelerine (Vietnamca konuşuyor olması ve masaj salonundakilerle anlaşabilmesi de çok iyiydi):
Bir devam filmi olarak baktığımızda da 2 Days in New York sınıfı geçiyor bana kalırsa. Marion’un ilk filmden hatırladığımız Jack’le olan ilişkisi sona ermiş, oğulları Lulu’ya kendisi bakıyor. Şimdi beraber olduğu Mingus’un da eski evliliğinden bir çocuğu var. İki çiftin de bir diğerine ait olmayan çocukları olması, filmin dinamikleri açısından ileriye doğru önemli bir adım; çünkü ilk filmde olmayan bir olgunluğu beraberinde getiriyor (tabii bu olgunluk, filmde absürt öğeler olmadığı anlamına gelmiyor).
Toparlamam gerekirse, 2 Days in Paris ve 2 Days in New York’la hoş bir ‘ilişki ikilemesi’ sundu Delpy bize. Ama Linklater’ın Before filmlerinde olduğu gibi bir üçüncü halkaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Bu iki film hikâyeyi ve karakterleri gayet güzel sundu; daha fazlası tekrara girebilir. Fakat Delpy 2 Days’den bağımsız yeni bir film çekerse merakla bekliyor olacağım. Bize çok samimi başka hikâyeler de anlatabileceği kanısındayım.
…
“Peri masallarında, sonsuza dek mutlu yaşadılar derler. Masalın geri kalanını geçerli bir nedenden dolayı söylemezler. Mutlu sondan sonra ejderhalar vahşice öldürmez. Yaşam başlar ve bu bir ejderhayla başa çıkmaktan çok daha zordur.”
…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.