Altın Portakal öncesinde yarışmacı filmlerden İki Dil Bir Bavul‘un iki yönetmeninden Özgür Doğan‘la İstanbul’da ilginç bir söyleşi yaptık. Diğer yönetmen Orhan Eskiköy aramızda değildi ama her iki genç yaratıcının samimiyeti ve angajmana bu kadar açık bir meseledeki bağımsızlıkları net bir şekilde ortadaydı. Bakınız’ın bu özel röportajıyla sizleri baş başa bırakıyoruz.
Fotoğraf: Ali Güler
Filme nasıl karar verdiniz?
2003te Ankara Üniversitesi’nde bir kısafilm montajı yapıyorduk. Bizim okuldan mezun Bingöllü bir arkadaş o sırada bizi ziyarete geldi. Başından geçenleri anlatıyordu. Köyde sobayı yakmak için çocuklardan gaz istiyor, çocuklar da kerpeten getiriyor. Kürtçede gaz, kerpeten demek. Bunu duyunca, “buradan bir film çıkar” dedik. Ben de benzer bir süreçten geçmiştim. 7 yaşıma kadar kürtçe konuştum, sonra okulda türkçe öğrendim. Demek ki hiçbir şey değişmemiş. Hem öğretmenlerin hem çocukların başından geçen bir film yapmaya bu şekilde karar verdik.
Film yapıldığı zaman ne TRT 6 vardı ne de açılım meselesi konuşuluyordu. Filmi yaparken çekinceleriniz oldu mu?
Açıkçası filmin bu kadar tanınacağını tahmin etmiyorduk ama amatör bir iş yapmayacağımızı biliyorduk. Ne yapıp edip 35e basmak istiyorduk. Bunun için saniyede 24 kare çeken bir kamera aldık. İki katı para verdik kameraya. Bir montaj sistemine ihtiyacımız vardı. Ama bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmiyorduk. Üç beş kopyayla girebilelim istiyorduk. Şimdi filmin geldiği yer bizi aşmış durumda.
Oldukça gezgin bir eğitim hayatınız olmuş. Kendi deneyimlerinizden yola çıkarak Türkiye’deki eğitim hayatını nasıl yorumluyorsunuz? Çünkü sadece kürtlerin yoğun olduğu yerlerde okumamışsınız.
Bizim köyde sadece ilkokul vardı. Şimdi o da yok. Annemle babam da ne yapıp edip, okumamı istiyordu. Altı amcam var. Her biri bir yerde. Biz de dört kardeş, dönüşümlü olarak onların yanında okuduk. Ben ortaokula başladığımda Trabzon’a gittim, bir yıl orada okudum. O amcamın maddi durumu iyi değildi, bu sefer Konya’daki amcamın yanına gittim. İki yıl orada okudum, lise için Ankara’ya gittim. Benim açımdan şöyle bir sıkıntı oldu: 5. sınıfı bitirdiğimde anca türkçeyi öğrenebilmiştim. Trabzon’a gittiğimde okulun ikinci haftasıydı. İlk ders türkçeydi ve öğretmen şöyle bir soru sordu: “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” atasözüyle ilgili bir kompozisyon yazın. Ben atasözü ne demek bilmiyorum, sözü geçen atasözünü ilk defa duyuyorum, kompozisyon ne demek bir fikrim yok. Oturdum ağlamaya başladım. Bu travma dışarıdayken gerçekleşti. Köydeyken daha korunaklıydım, herkes eşit koşullardaydı. Ne zaman ki oradan kopup şehre geliyorsunuz, uçurumu görüyorsunuz.
Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde türkçe bilmeyen çok insan var. Devletin resmi dili türkçe. Bunun bir eksiklik olduğunu düşünüyor musunuz? Türkçe bilmemek de bir sıkıntı değil mi yöre insanı için? Tersten de bakmak gerekmez mi? Türkçe öğrenmeyi istememek kürtler açısından bir reflekse dönüştü diyebilir miyiz?
Benim için bu geçerli değil ama çoğu insan için geçerli. Ben şanslı azınlıktanım; “türkleşmiş kürtlerdenim.” Köydeki arkadaşlarıma kıyasla iyi şartlarda okudum, iyi okullara gittim. İki defa üniversiteye girdim, master yaptım, doktoraya başladım. Bu benim iyi türkleşmiş olmamdan kaynaklanıyor. Ailem bunu çok istedi.
Kürtler tarihsel süreçte çok acı çekti. Bu nedenle ailelerden okumamak üzerine bir telkin geliyor mu?
Ben şunu tercih ederdim. Anadilimde yani kürtçe okuma yazmayı öğrenseydim de ondan sonra türkçe öğrenseydim hayat çok daha rahat olurdu. Ama şöyle düşünün bir de. Hâlâ bu ülkede insanların türkçeyi düzgün konuşamaması, şiveli konuşması alay konusu yapılıyor. Kürt gençlerinin en büyük sorunlarından biri budur. Üniversitelerde söz alıp konuşmak meseledir bizim için. Ben türkçemi düzelttim, rahatım. Dün bir arkadaşla tanıştım, çocuk üniversitede ve konuşmasını düzeltmek için türkçe kursa gitmiş. Kabul edilmek için başka bir yola başvuruyorsunuz. Benim türkçemle dalga geçiliyor. Aynı yurtdışında ortadoğuluların, yani hem türklerin, hem kürtlerin, hem de arapların, ingilizcesiyle alay edilmesi gibi. Bu ırkçı bir yaklaşım. Haydi bu anlaşılabilir bir durum diyelim, biz kürtler ve türkler aynı ülkede yaşıyoruz. Bu kabûl edilebilir bir şey değil.
Köyünüzü anlatır mısınız biraz?
Bizim köy, Muş’un en uçtaki köyü. Altı ay yol kapanır kardan dolayı ve açılmaz. Hâlâ sabit telefon çok nadir bulunur, cep telefonu sadece tepelerden çeker. Annemle iki haftada bir konuşuyoruz. Annem tepeye çıkacak da beni çaldıracak da konuşacağız. Sabah CNN Turk’te canlı yayın var, “anneni arayıp haber versene” diyorlar. Nasıl vereyim ki? Biz de aslında film için böyle bir köy arıyorduk ama bulamadık.
Neden kendi köyünüzde çekmediniz?
Söylediğim gibi; köyde okul yok. Varto’da çekecektik, devlet anaokulu açmış, o nedenle çocuklar çat pat türkçe konuşuyor artık. O nedenle sorunun daha net olduğu bir yer aradık ve Urfa’da çektik. Bizim dönemimizde şartlar çok daha sertti. Şimdiki çocuklar daha şanslı. Bizim öğretmen gerçek bir faşistti. Bizim kürtçe konuşmamız yasaktı. Dedem, ninem türkçe bilmiyor. Asıl otorite de onlar. Haydi yiyorsa onlarla türkçe konuş. Kürtçe konuşmazsan anlamıyor, cevap vermesen olmuyor. Bir de ispiyoncular vardı, kapı pencere dinlerlerdi. Diğer gün öğretmenin elinde liste olurdu, sıra dayağından geçerdik. O dönemde bu herkesin başından geçmiştir. 12 Eylül’ün etkileri de çok fazlaydı.
Başka nedenle de dayak yer miydiniz?
Tabii. Yangın için, içinde kum olan kovalar olurdu ya. Tek ayakta onları taşırdık ceza olarak mesela. Konuştun, tenefüste kavga ettin mesela. Hemen sıra dayağı. Tırnak kesmedin, dayak. Geceleri öğretmen evleri dolaşırdı; ayakları yıkadın mı yıkamadın mı diye.
Bu filmin belgesel bir iş olduğunu söyleyebilir misiniz?
Yakın. Birebir gerçek değil. Elimizde 70 dakikalık bir malzeme var, yaratıcı bir formda bunu nasıl kullanabiliriz diye baktık. 3 saatlik bir kaba kurgumuz var ama izlenebilir bir şey değil. Dengeli, hem öğretmeni hem çocukları anlayan, izlenebilir bir iş peşinde olduk. Diğer türlü tek taraflı olurdu. Kürtler çok sever sahiplenir diğerleri sevmezdi, öğretmen için de “Faşistin teki, asimile etmeye gelmiş” derdik. Çok daha kolay olurdu. Diğer seçenek; “Bütün kürtler gerizekalıdır, yazık bu öğretmene” de dedirtebilirdik. Bu da olmazdı. Biz ısrarla bunlardan kaçırdık. Montajımız üç ay sürdü.
Fotoğraf: Ali Güler
Kürtlerin meselelerini ele alan filmler arttı. Kürtler açısından bir rahatlama var diyebilir miyiz?
Evet diyebiliriz. Son üç dört aydır konuşulanlara bakar mısınız? 10 yıl önce bu lafları etseydik idam sebebiydi. TRT 6 açılmış, anayasaya aykırı. Ama devlet yapıyor bunu. Yasalar değişmese de uygulama değişiyor. Benim yorumum şu: Kürtlerin artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmadı. O kadar çok canlar yandı ki. Bunu en rahat Diyarbakır’da gözlersiniz. Olan zaten olmuş. 10 yaşında çocuk da ölmüş, işkence de görülmüş, her evde cenaze var. O nedenle kürtler daha rahat. Bu tarafta da politika daha rahatladı. AKP’yle de ilgili bir durum değil, dünyanın gidişatıyla ilgili bir durum.
AKP’nin yaklaşımına nasıl bakıyorsunuz?
AKP üzerinden değerlendirmiyorum durumu. Soru işaretlerim yok, ben bu konuda çok umutluyum çünkü mesele AKP’yi aşmış durumda. AKP bunu yapabilecek durumda değil eğer bunu soruyorsanız. Dünyadaki genel sistem, bu işi anlatabilecek kurumun AKP olduğunu düşünüyor. Devlet, AB’ye girmeye karar verdi. Bu ülke muhafazakâr ve islâmcı bir ülke. Bu kitleyi iknâ edebilecek tek parti de AKP olduğu için onlar görevde. AB önündeki en önemli sorun kürt sorunu, o yüzden de çözülmek zorunda. Seneye bu mesele çok makûl bir düzeyde olur.
AB’ye girilmesini istiyor musunuz?
Evet girilsin tabii.
Küresel kapitalizmle ilgili bir sorununuz yok mu?
Çok ciddi sorunlarım var. AB kötünün iyisi.
Çok festivale gittiniz. Hangi festival film için kırılma noktası oldu?
Adana. İstanbul’da yarışmada değildik. Orası olmayınca “beceremedik” dedik. Yabancı festivallere gittik ama biz filmi Türkiye için yapmıştık. Adana’da öngörmediğimiz bir ilgi gördük. Jüri özel ödülü aldık, yazarlar yazdı, öğretmenler geldi.
Hakkınızda yazanlarla neredeyse tanışmıyorsunuz. Yeni tanıştıklarınız oldu. Hangisi sizi çok heyecanlandırdı?
Yaşar Kemal. Filmi beraber izledik. O bir idol. Yanında el pençe divan durduk öyle izledik. Filmi çok beğendi. Çok onore etti bizi.
Filmin dikkat çekici bir konusu var. Film sinemasal becerisiyle mi konusu itibarıyla mı öne çıktı?
Bu sorun ülkenin en ciddi sorunu. Direkt eğitim açısından olmasa da bu konuda yapılmış filmler var. Bu kadar ilgiyi sağlayan filmin dili, sinematografisi ve dengesidir. En faşiste de gösterseniz karşı taraftakine de gösterseniz, o insani duyguyu inkâr edemiyor, filmden kaçamıyor. Herkeste empati duygusu oluşuyor.
Sizi bu kadar ılımlı tutabilen ne oldu?
Bizi Orhan’la bir arada tutan şey bu. Çok tartışabildik hayatlarımız hakkında. Politik olarak bir yerlere angaje değiliz. Duyarlı olduğumuz meselelerimiz var. Gerçi duyarlılık da çok klişe gibi oluyor ama…
Neden öyle dediniz?
Çok klişe, duyarlılık kelimesi içi boş ya da dolu çok kullanılıyor. İnsani bir noktadan, bildiğimiz konularla ilgileniyoruz. Genele mâl edilebilecek gibi işlemeye çalışıyoruz. Yaptığımız hikayeleri çok iyi biliyoruz, özüne uygun davranıyoruz. Çok kötü iki filmimiz var. Montajı sabaha doğru bitiriyoruz genelde. Eğer sarılıyorsak kalktığımızda iş iyi oluyor, “kapat bir daha açmayalım” diyorsak kötü olduğunu biliyoruz.
—
İki Dil Bir Bavul’la ilgili detaylı bilgilere filmin resmî sitesinden erişebilirsiniz:
http://www.perisanfilm.com/school/
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.