35. İstanbul Film Festivali Kısa Kısa Günlükler – 3


750px-Ekin

İstanbul Film Festivali’nde izlenen filmlere dair kısa kısa günlüklerde son perdeye de geldik. Günlükler üçüncü ve son bölümüyle karşınızda bulunuyor.

Siyah Karga: Kusursuz görüntü yönetimi ve akıcı kurgusuyla teknik anlamda gönülleri fetheden film, başrol oyuncusu Şebnem Hassanisoughi’nin sessiz ama derinden harika performansıyla şahlanıyor. Diğer oyuncuların da doğal performansları eklendiğinde, bazı arada uzatılan kısımları saymazsak son derece sürükleyici bir filme dönüşmüş. Belli ki bu yılın en iyi Türk filmleri listelerinde adını duymamız muhtemeldir. Filmin en büyük hatası ise filmin festival kitapçıklarındaki konusunu birebir karşılamaması olduğu söylenebilir. Yönetmene sorulan soruyu, ben sadece zeki izleyiciye film yapıyorum getirmesi ama bunu direkt olarak söyleyememesi de düşündürücü bir nokta denilebilir. Halbuki bu açıklamalar yerine filmin direkt konusu yazılsa eksi bir yön katılmazdı.

Eva’ya Huzur Yok: Denis Lavant sayesinde ayakta duran yapım, politik gerçekçiliğini belli karakterlerin üzerine yığarak Eva Peron’un cesedi üzerinden Arjantin’in geçmişiyle hesaplaşmasını vurgulamaya çalışıyor. Kısaca özetlersek tiyatro oyunu görselliği ile tam bir art house film olmuş. Filmin pazarlama tekniklerinde bolca Bernal’i kullanması ise tam bir reklam çalışmasıymış. Çünkü Gael Garcia Bernal, filmin açılışında ve kapanışında çıkıyor sadece diyebiliriz.

Fısıldayan Yıldız: Bu yılki festivalin arızalı film boşluğunu dolduran yapım, mayınlı bölgeye yakışır şekilde izlenmesi zor bir işe dönüşüyor. Bunun başlıca faktörlerinden biri, dar alana sıkışan mizansenlerinin, seyirciyi yormak adına şekillenmesi denilebilir. Belli ki yönetmen Sion, önceki filmiyle gürültüyü deneyimledikten sonra, şimdi de sessizliğin gücünü denedi. Monotonluğu kelime anlamıyla birebir sinemaya uyarlayan yönetmenin, böyle bir çabaya girmesinin anlamsızlığını kelimelere sığdıramıyorum. Genel hatlarıyla baktığımızda ses tasarımı ve görsel tercihleri arızalı bir beynin ürünü olarak görünüyor. Daha çok fetiş zevklere hitap eden bir iş olmuş.

Şehrin Şarkısı: Sorunlu genç kızlar ve onları topluma kazandırmaya çalışan gönüllü idealist bir kadın… Bu tip arınma filmlerinde kullanılan neredeyse tüm klişeler kullanılırken, bu sefer arkadaşlık kavramına dair insanları düşündürmeye çalışan bir filmle karşı karşıyayız. İngiliz yapımı film, müziklerle harmanlanmasıyla beraber orta karar bir dram olarak sinema sahnesindeki yerini alıyor.

Doğru Zaman: Güney Kore’nin Woody Allen’ı olarak tanınan yönetmenin yeni filminde, yine bir kadın erkek ilişkisi irdeleniyor. Sliding Doors filmindeki gibi farklı açılarla ele alınan aynı karşılaşmayı izleyicilerine sunuyor. Özellikle samimi tavrı ve insan ilişkilerine dair doğru tespitleriyle, yönetmen kendine has görsel anlatımıyla tatmin edici hafif bir seyirlik sunuyor. Film sırasında yoğun ilgi olmasına rağmen izleyicilerin çoğu filmin yarısında salonu terk etti. Anlam vermek elde değil.

Kosmos: Yakın zamanda kaybedilen yönetmen Zulawski’nin ölmeden önce kotardığı son film Kosmos, çılgın karakterleri, yer yer tiyatro oyununa dönen yapay mizansenleri ve adeta tımarhaneden çıkan atmosferiyle, tam bir delilik örneği denilebilir. Bu tip filmlerdeki ince çizgi olan dozaj ayarlanmadığında insana afakanlar bastıran işlere dönüşüyor. Bu film de öyle bir yapım olduğundan eğlenmekten çok izleyicilerine acı çektiren bir filme dönüşüyor. Sonuç olarak yönetmenin son delilik hallerini resmettiği söylenebilir. Aksi takdirde başka açıklaması olamaz.

Kıyıdakiler: Türk sinemasının yetenekli yönetmenlerinin yaptığı kısa filmlerden oluşan yapım, ne yazık ki anlık mutluluklar derdi bir toplu gösterim tadında kotarılmış. Her filmin 20 saniyelik vurucu bölümlerini filmden çıkardığımızda, elimizde 59 dakikalık bir hiç kalıyor. Bu süre içerisinde bulundukları noktada boş boş gezinip sonlarını bekleyen karakterleri gözlemliyoruz. Bir anlamda zamanı harcayıp, uzun metraj olmak için kendini zorlayan bir film söz konusu olmuş.

Rüzgarda Salınan Nilüfer: Seren Yüce, ulusal ve uluslararası büyük başarılara imza atan ilk filmi “Çoğunluk”tan sonra beklentilerin üst seviyede tutulmasına neden olmuştu. Nitekim yeni filmi de bu doğrultuda ilk filmi aratmayan bir performansla seyirciyi tatmin etmeyi başarıyor. İlk filmde zengin şuursuz bir gencin üzerinden toplum eleştirisi yapılırken, bu filmde hali vakti yerinde ama şuursuz bir ailenin üzerinden Türkiye değerlendirmesine girişiliyor. Seren Yüce’nin iki filminin de en güçlü yanı olan, gerçekçi tespitleri ve insanların kendilerini kandırma süreçleri akıcı bir şekilde seyirciye sunuluyor. Bu bağlamda 2016 yılı yerli yapımlarda üst sıralardaki yerini alan bir filmi görüyoruz.

Gelecek Günler: Isabelle Huppert’in performansıyla ayakta duran yapım, felsefik tartışmaları ve yalnız bir kadın olmanın doğası adına kendince iyi tespitlerde bulunuyor. Ancak vasat sınırını çok fazla aşamadan, dengeyi bozan Fransız dramlarının arasına giremiyor. Bir anlamda mesleği ile aile arasında mekik dokuyan bir kadının, yalnızlık kavramının özgürlükle ilişkilendirmesi adına ilginç tespitlerde bulunabiliyor. Sonuç olarak izlediğinizde pişman olmayacağınız ama izlemediğinizde de bir şey kaybetmeyeceğiniz bir film ortaya çıkıyor.

Ejderha Uyanıyor: Son derece ilginç bir deneme olarak dikkatleri üzerine çekiyor. Film en başta Hollywood özentisi orta doğu soslu bir detektiflik filmi gibi başlıyor. Ancak aniden araya belgesel – kurmaca arasında giden bir yapıyı besleyici röportajlar koyuluyor. O anlarda sıkıcı bir monotonluğa hapsolmak üzere filmden kopmazsanız sizi çok garip bir filmin beklediğini söyleyebilirim. Çünkü film aniden mistik öğelerle süslü bir korku filmine dönüşüyor. Son derece gerilim dozajının yükseldiği filmde, müzik kullanımın abartılı hali insanı yorabiliyor. Sonuç olarak belki çok iyi bir film göremiyoruz ama farklı bir deneyimin kapıları izleyiciye açılıyor. Vizyonda pek göremeyeceğiniz tarzda bir filme seyrediyor.

Ara: Yunan yeni dalgasından izleyicilere sunulan yapım, yaptığı toplum eleştirisiyle, aslında Yunan tragedyalarının günümüzle bağlantısının hala güncel kaldığını açıkça resmediyor. İnsanların şiddete bağımlılığının ve buna seyirci kalışlarının tüyler ürpertici yanını açıkça ifade ediyor. Oyunbaz bir film görünümüne rağmen çarpıcı tespitleriyle ilgi çekici bir yapıma dönüşüyor.

Semptom: Korku filmi görünüşünü bir kanara bırakırsak aslında hikayesinde yatan dramın peşinden koşan bir yapım olarak izleyicisini ürpertmeye çalışıyor. Film üç bölüme ayrılmış bir şekilde senaryoya aktarılmış. İlki filmdeki geçen korku figürüne karşı halkın hazırlanma sürecine odaklanırken, ikinci bölümde flashback yardımıyla tüm olanların dram yüklü gerçeklerine mercek tutuluyor. Son bölümde ise ilk iki bölümde anlatılanları harmanlayarak izleyicisini filmin sonuna hazırlamayı tercih etmiş. Genel olarak baktığımızda Semptom, küçük bir yapım olmasına karşın şaşırtıcı olmayı başarıyor.

Kasap Havası: Yeşilçam ezgilerini filmin her noktasına serpiştiren yapım, bazı açılardan Zeki Demirkubuz’un ilk dönem filmlerini hatırlatıyor. Oyunculukların gerçekçi sergilenmesiyle güç kazanan film, özellikle Şenay Gürler’in oyunculuğuyla ilgiyi hak ediyor. Türk sinemasında özlenen hikayelerden birine imza atılıyor. Belki görkemli ya da yapı bozucu bir işlevi olmasa da, Türkiye’nin namus profilini işleyişiyle de film misyonunu sonuna kadar yerine getiriyor.

Çırak: Problemli bir karakterin üzerinden ilerleyen film, bir ilk filme göre temiz işçilik çıkarıyor. Özellikle karakterin patlama anlarındaki atmosfer, yönetmenin gelecek filmleri açısından gerçekten de umut verici olarak nitelendirilebilir. Ancak filmin içinde döngü ve final sıkıntısı filmin kademe atlamasını engelleyen faktörlerden biri olarak dikkat çekiyor. İyi niyetli, ortalama bir yapım olarak Türk sinemasındaki yerini alıyor.

Born to be Blue: Chet Baker’ın hikayesi sinemasal anlamda ortalamaya takılsa da, filmin atmosferine yayılan hüzün tüm içinizi kaplıyor. Ethan Hawke inişli çıkışlı performansını bir yana bırakırsak, fiziksel olarak gerçekten de fazlaca karakterine benzemesi filmin artı puanlarından biri olarak not edilebilir. Filmin içinde diğer önemli bir figür olan Miles Davis daha çok tipleme gibi filme dahil olsa da, bir müzisyenin, hele ki bir jazz müzisyenin acıklı hikayesi duyguları tamamiyle ele geçirecek şekilde dizayn edilmiş denilebilir.

News From Planet Mars: Kendini iyi hisset filmi olarak tasarlanan film, sorunlu aile bireyleriyle başı dertte olan babanın, aile ve arkadaşlık üzerine yaşadığı karmaşayı neşeli bir şekilde seyirciye sunmaya çalışıyor. Ancak film yaratıcı bir film olmaya çalışırken, kendi ayağına çelme takarak filmin benzerlerine takılmasına neden oluyor. Bu da bunun sonucunda izlemesi zevkli ama çok üst nokta bir sinemanın çıkmamasına neden oluyor. Kafa dağıtmalık hafifi bir seyirlik isteyenleri tatmin edecektir.

Mr. Sim’in Çok Özel Hayatı: Komedi filmlerine ayrılan “antidepresan” bölümünde neşeli insanı bile depresyona sokacak bir film daha sizlerle… Ağlanacak halimize gülüyoruz kıvamında kotarılan film, birkaç sağlam espriyi kenara ayırırsak, bir kaybeden filmi denilebilir. İşleri sürekli ters giden bir adamın acınacak haline tanıklık ederken, içinizin burkulması elde değil. Film 70 dakika rayında ilerlerken, aniden karakterin babasının hikayesine 20 dakika ayırıp filmin doğru giden temposunu rayından çıkartıyor. Film belki 15-20 dakika kısa olsa, belki tam dozunda bir komedi – dram ile karşılaşabilirdik. Yine de bu haliyle bile festivalin programında iyi işlerden bir tanesi denilebilir.

Evrim: İlk filmi “Masumiyet”ten tam 10 yıl sonra yeni filmiyle çıkagelen Lucile Hadzihalilovic, Darwin bile izlese sevebileceğini bir filme imza atıyor. Ütopik bir evrim tasviri sunan film, görsel anlamda renklerle ve kadrajlarla etkileyici olmanın yanında, usta işi yönetmenliği ile takdiri hak ediyor. Mayınlı bölge’de yer alan film, bazı operasyon sahneleri dolyısıyla her kesime hitap etmeyen bir film olarak dikkat çekiyor. Gerçeküstü öğelerle bezenmiş senaryosu, kendi yarattığı evrenin içinde açığa çıkarken, bu yılın en iyi filmlerinden birine imza atılıyor.