Las Herederas
Güney Amerika’dan her yıl ilginç yapımlar izleyiciyle buluşuyor. Bu yıl Berlin Film Festivali’nden ödülle dönen Las Herederas psikolojik travma ve uyanış hikayesini dingin bir tempoda başarılı bir şekilde seyirciye aktarıyor. Bir kadının kendini keşfi son derece incelikli işlenmiş. Başroldeki Ana Brun rolünün tüm köşelerini izleyiciye sunmayı başarıyor. Geriye feminist rüzgarlar estiren sağlam bir dram kalıyor.
The Prayer
İbadetin insanlar üzerindeki sakinleştirici etkisi hiç bu kadar göze sokulmamıştı. Bir gencin büyüme hikayesini küçük çaplı bir misyonerlik propaganda filmine çevirmek sıkıntılı bir durum olmuş. Cedric Kahn’ın Hristiyanlığa yaklaşımındaki toplumsal eleştiri beklentisi bir yere kadar etkisini gösterecek gibi yapıp, sonrasında kendini imha ediyor. Böylelikle geriye başından beri müptela kalmayı bekleyen bir gencin kendince oyunu kalıyor. Filmin belki de son iki dakikası için izlenebilir.
Dovlatov
Önemli Rus yönetmenlerden Aleksey German Jr, Dovlatov gibi bir figürün filminde görsel açıdan tatmin edici bir iş çıkarmış olsa da, hikaye anlatımı konusunda tekrara düşüyor. Yaratılan melankolik atmosfer ve sarkastik mizah bir yazarın yalnızlığının içinde can acıtıyor. Çeşitli festivallerde ödül alsa da yapım, ne yazık ki bir ormanın etkileyiciliğine sahip olamıyor. Başrol oyuncusunun da fiziksel olarak Dovlatov’a benzemediği düşünülürse filmden geriye bir sis bulutu kalıyor.
Twarz
Polonya’dan mizahi bir toplum eleştirisi olarak konumlandırabileceğimiz Twarz, absürt yapısı ve sıradan bir kasabanın nasıl ikiyüzlü bir topluma dönüştüğünü çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Değişen fiziksel unsurlar ve statülerin toplum içinde yarattığı baskı sonucunda bir insanın kayboluş hikayesi eğlenceli şekilde resmediliyor. Szumowskiej bu tip hikayelerin ağır bir dram olarak işlenmeden etkili olabileceğinin kanıtı gibi diyebiliriz.
Hannah
Trajik bir olayın kadının üzerindeki etkileri hiç bu kadar karakteri fetiş objesine dönüştürülerek işlenmemişti. Charlotte Rampling harika fakat hikaye anlatıcılığı konusunda aynı başarının sağlandığını söyleyemeyeceğim. Seçilen kadrajlar ve sahneler filme hizmet etmek yerine rutinin bir parçası haline geliyorlar. Yalınlık filmi yükselteceğine sıradanlaşmasına neden oluyor.
Longing
İsrail yapımı Longing hayatın ağır dramatik tonlarını, keskin bir kara mizahla izleyicisine sunarken ağlanacak halimize güldüğümüzün resmini çiziyor. Baba olmanın özünü göz yaşartan bir gülümsemeyle tasvir ediyor. Yönetmenin alaycı yapısı belli ki kendi karakterine de yansıyor. Başarılı gözlemci yapısı sayesinde senaryodaki açık gibi görünen boşlukların aslında hayatımızdaki karşımıza çıkan anlamsız ayrıntılar olduğunu hatırlamamızı sağlıyor. Kesinlikle bu senenin denenmesi gereken filmlerinden biri…
Matangi/Maya/M.I.A.
Sri Lanka asıllı İngiliz aktivist Maya’nın kendi kültüründeki dehşet verici olayları aktivist bir harekete dönüştürerek popüler bir şarkıcı olmasını anlatan belgesel, ne yazık ki M.I.A klipleri kadar etkileyici olamıyor. Arşiv kayıtları ve şarkıcının katıldığı programlardan görüntülerden oluşan yapım, modern bir kadının çığlığını ortalama bir belgesele sıkıştırıyor.
Holiday
Isabella Eklöf’ün yönetmenliğini üstlendiği Holiday, çiğ oyunculukları ve rahatsız etmek dışında bir amacı olmayan senaryosuyla kötü bir deneyim olarak yorumlanabilir. Pornografiye kaçan kimi sahneleri ve manasız şiddet pompalamasıyla bir nevi beyinsiz bir Pusher filmi yaratılmaya çalışılmış. Başrolündeki kötülükte sınır tanımayan oyuncu Victoria Carmen Sonne belli ki film için istismar edilmeyi kabul etmiş gözüküyor.
You Were Never Really Here
Joe’nun yaşadığı tüm acılar Joaquin Phoenix’in bedeninde hayat bulurken, geçmişin peşini bırakmadığı lanetli bir meleğin hikayesine odaklanıyoruz. Lynne Ramsay geçen yılın Paul Thomas Anderson ile beraber en akılda kalıcı yönetmenlik şovunu yapıyor. Greenwood’un müzikleri psikolojimizi bozarken, karakterin benliğine yolculuk etmemiz için bize fırsat sunuyor. Hipnoz edici, travmatik ve kesinlikle harika!
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.