Killer’s Kiss: Kubrick’in erken dönemlerinden olan yapım, bir boksörün istemeden bulaştığı suç olaylarından sıyrılma çabasını izliyorduk. Kara filmin altın çağında ortaya çıkmasından dolayı yavan kaçmış olsa da, yönetmenin ilk dönemlerini ve gelişimini görmek açısından değerli bir film diyebiliriz. Boks maçı ve dans sahnesine yapılan paralel kurgu filmin zirvesi olarak görülebilir.
Breve Historia Del Planeta Verde: Bilindik varoluş sancılarının absürt bir mizahla izleyicisine sunulduğu bu American bağımsızlarını andıran latin filmi, lbgti bireylere karşı toplum baskısını dolaylı yoldan anlatsa da kendince özgün bir proje denilebilir. Synthpop müzikleriyle karşımıza sunulan bu tuhaf yol filmi, mor uzaylı tasarımı dışında melankolisiyle izleyiciyi yakalamaya çalışsa da bunu başaramıyor. Bir diğer kötü haber ise bu film hatırlanmanın peşinde olsa da unutulup gidecektir.
The Mountain: Hipnotik görsel tarzıyla kopuk bir film diyebiliriz. İzleyicisini akıl sağlığı bozuk kişiler olarak gördüğü için terapi etmeye çalışıyor. Ancak ne bilinçaltı yoklamaları, ne de beyninize kazınan rahatsız edici müzikleri sizi islah ediyor. Üç bölüme ayırabileceğimiz parçalı kurgusu ise bir bütünü net hatlarıyla ulaşmaktan ırak görünüyor. D. Lavant da fazla abartılı oynayarak filmi kurtaramıyor, hatta gülünç duruma düşüyor.
Continuer: Kazakistan’ın uçsuz bucaksız coğrafyasının içinde kaybolurken, bir anne ve oğulun kendilerini bulma hikayesi beklenmedik bir sürpriz içermiyor. Sinema adına yeni bir söz de söylemiyor. İşin aslı bu yolculuğa gerek var mıydı ondan bile emin değilim. Westernvari atmosferinin içinde düz arazilerde uzaklara bakıp kendinizden geçmeniz dışında elimizde bir şey kalmıyor.
High Life: Yalnızlığın zamansızlığı, dışlanmışların melankolisi içinde içinize bir hüzün çöküyor. Kara deliğin sonsuzluğuna sürüklenirken umutsuzluk bizi pişman eder. Hiçliğin ortasında umudun anlamı bir bebek midir ya da herşeye rağmen yaşamaya devam etmek midir? Bu felsefik açılımları sonuna kadar yaşayabileceğiniz özgün bir uzay filmi olduğu söylenebilir.
Blossom Valley: Yine özgür ruhların aidiyet meselelerinden yola çıkılarak “herkes aile olabilir mi?” sorusu sorulmuş. Ana karakterlerinin bağımsız birey olma çabaları beklenmedik noktalara çıkmıyor. Hatta senaryo o kadar savruk ki bir süre sonra finalini tahmin edebiliyorsunuz. Filmdeki akli dengesi bozuk karakterin filmdeki en aklı başında insan olması ise filmin gediği…
“Hayat bir oyun alanıdır. Gerisi boş, kafamız da hep sarhoştur.”
The Blonde One: İlişkilerin duygusuzluğu ve biraz da erkek eksenli bir toplum baskısı altında cinsel özgürlüğü yaşayabilmenin filmi diyebiliriz. Ama film o kadar temposuz ve anti-sinematografik ki, bir süre sonra seyir zevkinden çalmaya başlıyor. Yönetmenin sinemasını gözden geçirmesinde fayda var.
Amanda: Terör sonrası geriye kalanların filmi denilebilir. Yürek dağlayan, her anında hüznü en yoğun hissedebileceğiniz sizi paramparça eden bir film. Her ayrıntının duygularınıza dokunacağı, biraz da her şeye rağmen hayata devam edebilmeye çalışmanın filmi… Amanda için referans film isterseniz Manchester by the Sea diyebilirim. Bu film de aynı şekilde dipten dipten vuruyor. Duygu sömürüsündense insanların doğal hallerini yakalamaya çalışıyor.
Monsters.: Evli bir çiftin aile içi günahları üzerinden kendince melankolik bir pişmanlık, kırılganlık öyküsü sunuyor. Rumen filmlerine göre kurgusal açıdan yaratıcı olan yapım, insanın cinsel özgürlüğü ve aidiyet problemlerine kendince bir bakış açısıyla dokunuyor. Her bölümünden ayrı keyif alacağınız film, ekran boyutu ayarlarıyla oynayarak tekniğiyle duygulara anlam katmaya çalışması da cabası.
Mr. Jones: 140 dklık süresi göz korkutsa da, kendini izlettiriyor. Gazetecilik namına önemli sözler söylerken, hikayenin Orwell’ın Hayvan Çiftliği ile ilişkilendirilmesi filmi güçlendiriyor. Sovyet Rusya’nın tasvirinin günümüz K.Kore’yi andırması düşündürücü bir ayrıntı olarak kayda geçirilebilir. Son yıllarda gördüğüm en anti-komunist film…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.