39. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmleri Değerlendirmesi


Bu yılın festivallerinin yıldızı İstanbul Film Festivali olmuş gibi gözüküyor. Pandemiye yönelik önlemleri ve online izleme platformuyla birlikte krizi avantaja çeviren ender festivallerden biri oldu. Her ay yeni bir seçkiyle festival zamana bölünürken; en kapsamlı olarak ekim ayında seyirci karşısına program hazırlandı. Altın Lale ödülüyle yarışma filmlerinin ödüllendirildiği 39. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma bölümü filmleri birbirinden farklı çeşitli filmlerle göz kamaştırdı. Yarışma seçkisinin seçen kişileri tebrik etmek gerekiyor.

O halde çok uzatmadan tüm filmleri kısa kısa değerlendirelim.

Mickey and the Bear: Amerikan bağımsızlarının en çok kullandığı temalardan olan bir sıkışmışlık öyküsünü izliyoruz. Banliyöden kaçışın ailedeki sorunlardan da kurtuluş olduğunu düşünen Mickey’in yer yer yürek burkan hikayesi, umut vaat edici bir coming of age örneği olarak nitelendirilebilir. Ancak filmin sınırlı hikayesi, tahmin edilebilir akışı, fazla risk almayan bir formülün içinde buharlaşıyor. Film bittiğinde elinizde kalanlarla yetinmek zorunda kalıyorsunuz. Tam tatmin olamadığımız ama pişman etmeyen bir seyir olarak kabul edebiliriz. Camila Morrone filmi tek başına sürükleyerek filmde parıldıyor. Son dönemde epeyce savaş sonrası stres bozukluğundan muzdarip karakter filmi izlediğimizden filmin aslında ABD güncelliğini yansıttığı bir bakıma söylenebilir.

Atlantis: Plemya’nın görüntü yönetmeni Valentyn Vasyanovych’in yönetmenliğini üstlendiği Atlantis yakın gelecek distopyası kurarak bizlere günümüzün çürümüşlüğünü göstermeye çalışıyor. İyi planlı kadrajları ve yavaş tonlu kurgusuyla son derece olgun bir film yaratılmış. Çöken bir ideolojinin artıklarını yine geriye kalanlar temizlemeye çalışıyor. Filmin derin perde ülkelerini yansıtan soğuk bakış açısı ise seyirciyle mesafe kurmasını sağlıyor. Karakterlerin ısı haritasından insan doğasının yok oluşunu ve sevgi açlığını bizlere son derece dokunaklı bir şekilde sunuyor.

Um Animal Amarelo: Bir yönetmenin kendi varoluşuna ve film çekme isteğinin köklerine doğru bol metaforik anlatımıyla bir yolculuğuna çıkıyoruz. Filmin yer yer fazlasıyla absürt bir deneyim olduğunu düşünürsek, her hamlenin diğerinden daha tuhaf olduğu bir senaryo kotarılmış. Yaratıcılığını filmin üçte ikisinde canlı tutan yapım, son raddede uzattığı kurgusunda hantallığa yenik düşüyor. Böylece kullandığı metaforlar havada kalıyor. Öylesine karakterlerin kendince söyledikleri aforizmalardan farksız oluyor. Filmde cinselliğin bir geçiş aracı olarak kullanılması, yönetmenin alter egosunun fantezilerinden kaynaklanıyor. Karakterlerin kendilerini topluluk olarak sadece kendi insanlarına yakın görüşleri ise nesiller boyu devam eden ırkçılık sonrasındaki çekingenlik olarak yorumlanabilir.

Luxor: Kendimizi ait hissettiğimiz mekan mı önemlidir, yoksa insan mı sorusunu soran Luxor, bizleri bir yandan Mısır’da kapsamlı bir tura davet ederken; öte yandan soft bir Before Sunset dünyasına sürüklüyor. Sessizliği arkasına alarak, görsel anlamda karakterini takip etmemizi istiyor. Birbirine kimyası son derece başarılı uyum sağlayan iki oyuncuyu izlemek içimize huzur doldururken, düşünmemizi sağlıyor. Ancak filmin patlama noktasının ve çatışma noktalarının etkisiz kalması sonucunda film seviye atlayamıyor. Bu filmi izlemek için tek bir neden arıyorsanız, o da Andrea Riseborough’dur.

Echo: “Sparrows” filmiyle gönüllerde taht kuran Runar Runarsson, yeni filminde İzlanda’yı 79 dakikada, Noel arifesinde ve sadece 56 planda anlatmayı başarıyor. İnsanların sıradan karelerinden bir ülke profili çıkarıyor. Özenle tasarlanmış kadrajları ve zamansız gibi hissettiren durağanlığıyla değerli bir iş olarak kabul edilebilir. Endüksiyon bir anlatımı tercih ederek, durum hikayesi anlatmaktansa göstermeyi tercih ediyor. Böylece her filminde yönetmenden farklı bir iş bulmuş oluyoruz. Bu arada bu filmi Mubi’de yakalayanlar da ayrı şanslılar belirtmek isterim.

Exil: Toplumlar içindeki gizli ırkçılık, mobbing ve anayurdundan uzakta yabancı olma korkuları üzerine harika bir psikolojik gerilim… Her toplumun kendisinden farklı olana karşı önyargıları ve baskısı vardır. Almanya’nın farklı etnik kökenli insanlardan oluşan nüfusunun ortaya çıkardığı tahammülsüzlük seviyesini en iyi şekilde aktaran Exil, herkesin başka birine yabancı olduğu bir dünya sunuyor. Metaforların belli ki göçmenlik üzerine konumlandırıldığı filmi özetlememiz gerekirse, filmin ana karakterlerinden birinin söylediği dözü hatırlamakta fayda var. “Sen Arap değilsin ki seninle sana neden ırkçılık yapsınlar ki?”

Tüm filmleri izlediğimizde yarışmanın açık ara en iyi filmi olduğunu söyleyebiliriz.

The Other Lamb: Yine erkeklerin ve dinin mahvettiği hayatlar üzerine bir hikayeyle baş başayız. İzole yaşamın içinde kurtarıcı vaatleri ve Manson tarikatına benzer şekilde Jesus’lık oynayan kötücül bir adamın liderlik ettiği akla zarar bir oluşumun içindeyiz. Bir istismar festivali… Tek bir şeyhin mutlu edildiği sözde mutluluk oyunları… Atmosferiyle dikkat çeken yapım, kadınlık kodlarını kullanarak tarikatları lanetliyor. M. Szumowska tarzını konuşturuyor. Ancak filmin pek çok benzer filmden ayrılmayan konusu, filmin ortalama standartlarda kalmasına neden oluyor. Filmin sanat ve kostüm bakımından da başarılı bir işçilik sunduğunu belirtmek gerekiyor.

Pesar-Madar: İlk yarısında bildiğimiz baskıcı İran kurallarına yenik düşen bir kadının hikayesiyken, film ikinci yarısında yürük burkan bir hapishane filmine dönüşüyor. Hem de bir hapishane olmadan… Çıkmazların teslimiyete zorladığı sağlam çatışmaların olduğu bir İran filmi olarak söylenebilecek en normal söz belki de şu olmalı: Harika! Özellikle filmin ikinci yarısındaki çocuğun içinde bulunduğu durum ve kendini farklı bir dünyada bulması filmin etkileyiciliğini arttırıyor. Kimsenin gerçekten kötü ya da iyi olmadığı bir dünyada durum yine sistemin sorunuyken insanların zorluklarına dönüşüyor. Yaratıcı senaryosu ekstra takdir edilmeli…

Kokon: Koza adıyla gösterilen yapım, başından sonuna kadar her hamlesi tahmin edilebilir bir büyüme hikayesi sunuyor. Göze parmak tırtıl metaforundan tutun, büyüme hikayelerinin tüm klişelerini kendi içinde toplamış bir şekilde yenilikçi gibi görünme çabası filmle aranızda mesafe oluşmasına neden oluyor. Ama sosyal medyayı hikaye anlatımına katan ve yeni nesli gözlemleyebileceğiniz bir bakış açısı sunmasıyla da gözlem açısından izlenebilecek bir iş oluyor. Özellikle Almanya’daki yeni yetişen Türk gençliğinin de ileride nasıl kişiler olabileceğini de buradan görebiliyoruz.

Chico Ventana Tambien Quisiera Tener Un Submarino: Boyutlar arası art house bir bilim kurgu çekmeye çalışılsa da maalesef seyir zevki ve hikaye anlatımı açısından pek akıcı bir iş ortaya çıkmamış. Zaten eldeki malzemenin oldukça sınırlı olmasıyla proje olarak melankolik bir kabusa dönüşmüş. Zayıf seviyelerde kalmış. Karakterlerin direktifler doğrultusunda hareketleriyle ilerleyen kültürel yapıdan beslenerek süren hikaye bize çıkış noktasına götürmüyor. Hangi kapıyı açsak duvarla karşılaşıyoruz.

Ben bu tip filmlere festival tuzağı adını veriyorum. Katologlarda süslenerek yazılmış metinleri ve konularıyla ilgi çekici olmayı başarıyorlar. Ancak birkaç iyi kadraj yakalayabilirseniz kendinizi şanslı hissediyorsunuz. Çoğunlukla salonların en çok terk edilen filmleri oluyorlar. Eminim ki bu filmi salonda izleyen birileri varsa, o salonu terk etmiştir.

Sanctorum: Kartellerin sıradanlaştığı bir coğrafyada şiddetin göbeğinde nefes almaya çalışmak… Yönetmen Gil, muhteşem görüntü yönetimine mistik kodlar ekleyerek gerçeküstü bir dünya kurmuş. Masum insanların günahlarından bir kıyamet inşa etmiş. Zaman zaman tanrıcılık oynayarak insanlara tepeden bakarken, bazen de içlerindeki önemsiz çiğ tanesi misali insanların gözyaşlarındaki damlalara dönüşüyor. Yer yer durağanlık seviyesi seyirciyi bunaltsa da özgün bir film ortaya çıkmış. Şiirsel ve imkansıza doğru bir yolculuk tasarlanmış.

Mowa Ptakov: X. Zulawski babasının çılgınlık seviyesine ulaşmak için epey çabalasa da kontrolü kaybederek ortaya kafası karışık bir film çıkartıyor. Babasının sinemasına benzer kadrajlarla ilerleyerek dinamik ama hikaye döngüsü olarak bütünlüğü yakalayamıyor. Filmdeki kimi sahnelerin tekil olarak akıllarda yer edinebileceğini söyleyebiliriz. Bu çılgın iş, hareketli kamerasıyla bir yerden sonra abartının üst seviyelerinde anlaşılmazlığa doğru yol alıyor. Filmin belki de en iyi noktası yönetmenin babasının filmlerine referansları diyebiliriz.