40. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 1

İstanbul Film Festivali 40. Yılında “Nisan Seçkisi” ile yoluna devam ediyor. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.

The Dog Who Wouldn’t Be Quiet: Hayatın acımasız döngüsünü optimist bir bakış açısıyla anlatmaya çalışan The Dog Who Wouldn’t Be Quiet, absürt mizahıyla zaman zaman hınzır bir filme dönüşürken, bazen de siyah beyaz renk paletinin de etkisiyle sizi varoluşçu sorgulamalara itiyor. Bir insanın hayatının en önemli evrelerini, havada sürüklenen kurumuş bir yaprak gibi size lanse ediyor. Oradan oraya debenen insanın, hayatına hicivlerle dolu bir post-apokaliptik katman katıyor. Pandemiyi yaşadığımız günlerde benzer tespitlerde bulunması ise filmin öngörüsünün ispatı gibi. Sonuçta hangi felaket olursa olsun, insan geçinmenin, hayatta kalmanın derdine düşüyor.

Dirty God: Bir yanık mağdurunun hayata tutunma ve normalleşme sürecini güçlü kadın karakter üzerinden anlatmaya çalışsalar da, film belli klişelerin bataklığına saplanıyor. Yeni bir söz söylemiyor. Karakterin kırılganlıklarıyla karakterin iç dünyası başarılı bir şekilde anlatılıyor.  Ancak doktor sahnesiyle yaratılan “güçlü kadın” imajı yeniden dönüşüm binalarının yıkımı gibi altüst oluyor. Ana karakterinin sağlık sorunları olsa da, aslında hayat dolu bir İngiliz kadını olduğu gerçeği hikayeyi gençlik filmlerinden öte bir yere taşımıyor.

Instinct: Bir tecavüzcü ile terapisti arasındaki cinsel gerilimi anlatması ve bu durumun Stockholm sendromuna dönüşmesi filmin protest yanını ortaya koyuyor. İnsanın sınırlarını, hayvansal yanını ve cinsiyetler arası mücadeleyi büyük cüretkarlıkla yansıtıyor. Hikayenin bir terapi merkeziyle ilişkili durumundan ziyade, av – avcı kapışmasına dönüşmesi ve böylesine korkutucu bir olayı erotik bir fanteziye çevirmesi filmin düşündürücü yanı diyebiliriz. Ana karakterin belli ki istismar mağduru geçmişi, kadın için hastalıklı bir takıntıya dönüşmüş. Bu hastalıklı ilişkinin tahammül seviyesinin filmin her dakikasında daha zor seviyelere taşınması ve seyirciyi diken üstünde oturtması belli ki uç noktalara gelmesine sebep oluyor. Bir ilk film için bu kadar Paul Verhoeven seviyelerine ulaşmak büyük başarı diyebilirim.

Aalto: Mimari deha Aalto’nun eserleri üzerinden ilerleyen belgesel, mimari ve iç mimariye ilgi duyan insanlar için hazine değerinde bir belge diyebiliriz. Ancak bu konularla ilgilenmiyorsanız son derece estetik bir tanıtım filmine dönüşüyor. Eserlerin tek tek irdelenmesi, bilhassa bu dalda eğitim görev insanlar için eğitici bir deneyime dönüşebilir. Öğretim görevlilerinin ısrarla takvimlerine alması gereken bir film olduğunu düşünüyorum.

Sundays: Sundays inanılmaz kişisel bir konudan yola çıkması açısından genele hitap etmeyen bir film olarak baştan sizi uyarıyor. Avramis’in belgeseli babasına dair derin düşüncelerini ve varoluşçu sorgulamalarını bir beyin fırtınası şeklinde sunuyor. Ancak sinematografisi epey zayıf olduğundan arşiv görüntüleri belgeseli ayakta tutmak için yeterli olmuyor. Duygusal noktası dışında çok şey ifade etmeyen bir belgesel olması dışında, bu duygusal bağa tutunursanız kendinizle özleştirdiğiniz bazı noktalarla filmi sevebilirsiniz.

The Flood Won’t Come: Tufan Olmayacak savaşa ilginç bir yerden bakmayı başaran enteresan bir çalışma denilebilir. Genelde savaşın sınır kesimlerinde cereyan ettiği ülkelerin merkezlerindeki halkın duyarsızlığını, size finalinde tokat gibi bir cevapla sunuyor. Genel hatlarıyla film akışı boyunca savaş bölgesindeki umutsuz bekleyişi en gerçekçiliğiyle belgelemeyi başarıyor. Başıboş askerler, her an emir bekleyen komutanlar ve kırsalın içinde bir anlam arayışı filmin bütününü oluşturuyor. Film yer yer çok çarpıcı bir sinematografiye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Dini göndermeleri ve insanlık hallerini iyi tahlil edien senaryosuyla, bir süre sonra The Village filmini hatırlatıyor.

Love Affair(s): İlişki sarmalları, ilişkilere dair duygu karmaşıklıkları ve seyirciyi yakalayamayan bir romantizm… Karakterler arası konuşan kafa görsel estetiksizliği şeklinde ilerleyen yapısı, Fransızların bayat ilişki tespitleriyle karşımıza çıkıyor. İçi boş ama eğlenceli filmleri sevenlerin havada kapacakları bir zaman harcama seansı denilebilir. Ne süresini kaldırabilecek ağırlığı var, ne de ilişkilere dair tespitlerinde zekice tespitler bulamıyoruz. Kendi ülkesinde bir fazla şişirilmiş bir film desek yeridir. Filmi en iyi anlatan cümle ise filmin başında yazarın kendi için söylediği cümle oluyor: “İlginç şeyler yazamayacaksam, kitap yazmamın anlamı yok. En azından kendi seveceğim ilginçlikte…” Film de bu cümlenin peşinden giderek kendi subjektifliğinde kayboluyor.

I Never Cry: Yurtdışında yıllarca çalışıp aileleri tarafından unutulan insanlara dair son derece çarpıcı bir dram ortaya çıkartılmış. Sadece kendi eğlencesinin derdinde olan ana karakter Ola’nın, babasının ölümüyle büyümek zorunda kalacağını anlamasına dair bir yolculuğa çıkması filmin temelini oluşturuyor. Bazen yolculuklar bir hayat deneyimine dönüşürler. I Never Cry da bu hayat deneyimini geçmişin samanlığında iğne arama düşüncesini andıran bir arayış öyküsüne dönüştürüyor. Can sıkıcı bürokrasi işlemlerinin peşinde koşarken, bir yandan da babasını tanımaya çalışan genç bir kızın büyüme hikayesini izliyoruz. Tam da festivallerde görüp gönlümüzü kaptırdığımız tipte filmlerden biri denilebilir.

Yorumlar

Bir cevap yazın