İstanbul Film Festivali 40. Yılında sunduğu “Haziran Seçkisi” ile birlikte uluslararası film yarışmasını da izleyicilerle buluşturdu. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.
Censor: Son dönemde izlediğim en yaratıcı korku filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Sansür kurulundan film sansürü ile travmaların ötelendiği gerçek hayattaki şiddeti paralel bir şekilde irdeleyen yapım, 80lerin korku kodlarını alıp sert bir mesaj ile yeni bir gerçeklik yaratıyor. Gerçek şiddetin sinemadaki şiddet mi, yoksa günlük yaşantıdaki şiddet mi sorusunu soruyor. Özgünlüğü filmin bir artısı olsa da, eksikleri var mı? Var tabii ki… Hikayesini biraz daha katmanlaştırabilirmiş. Karakterin kardeşiyle olan bağı basit bir kayboluş hikayesine bağlanıyor. Aile ile bağı çok tutarsız. Ancak karakter psikolojisinden hareketle kendine has bir atmosfer sunulması filmin en büyük artısı olarak gözüküyor. Gerçek hayatın şiddeti karşısında, bu kan banyosu filmlerin çocuk oyuncağı kaldığını açıkça seyircisinin aklına kazıyor.

Mainstream: Mainstream yeni neslin kodlarını kullanarak bir yozlaşma hikayesi anlatıyor. Sosyal medyanın ve platformların zehirlediği insanlara karşı protest bir bakış açısı sunmaya çalışırken, finale doğru klişeler yumağının içinde saplanıp kalıyor. Yine de kendine has alaycı tavrı sevmek mümkün gözüküyor. Andrew Garfield abartılı olsa da, karakterinin delilik seviyesini iyi verdiğini düşünüyorum. Tüm filmi bir youtube videosu gibi kurgulamaları ve yer yer kimi replikler başarılı kotarılmış. Ana karakterlerinin arkaplanı çok 2 boyutlu kalmış. Karakterin tüm geçmişini bir gazete sayfasından öğrenmek çok kolaycı bir tavır olarak akılda kalıyor. Böyle ucuz numaralar yerine kendi kurduğu estetik kurgu anlayışını, karakterin hayatına da yedirilebilir ölçüde kullanılabilirmiş. Finale doğru film vites arttırabilirmiş. Ancak güvenli sularda kalmayı tercih etmiş.
The Girl and The Spider: İlk filmiyle ses getiren yönetmen ikilisi Zürcher’ler yeni filminde yine ilk filmine benzer bir mekan kullanımıyla karşımıza çıkmışlar. Yönetmenler önce mizansenler yaratıyor, sonra duyguyu detaylarda arıyorlar. Sıradan anlardan duygular çıkarmaya çalışıyor. Hayatın karmaşasının içinde bir denge ve hoşgörü olabildiğini savunuyorlar. Bir yere kadar takdir edilebilir ama genel hatlarıyla bana zorlama geldi. İnsanlar arası bağlantılar suni kalıyor ki, film bittiğinde aklınızdan silinebiliyor. Yönetmenlerin dar alanda sinema yapmaya çalışması ve günlük hayatın şiirini yazmaya çalışması insanların beğenisini kazanabilir. Ancak filmin dokunuşlarının bana hitap etmediğini belirtmem gerekiyor. İyi deneme ama tatmin edici bulmadım.

I’m Your Man: I’m Your Man eğlenceli, yer yer zekice diyaloglarıyla dikkat çeken bir romantik bilim kurgu diyebiliriz. Yerli film “Japon İşi” filminin remake olarak da görmek mümkün. Tabii bu sefer robot olan kesim cinsiyet olarak farklılık gösteriyor. Ancak film ilişkiler üzerinden hınzır tespitler yaparken, aslında insanların tuhaflıklarına ve anlaşılmazlıklarına dem vuruyor. Filmin geneli eğlenceli bir bilim kurgu olarak tasarlansa da, film ana karakterinin bir travma sonrası ilişkilere soğuyan bir kişi olması üzerine hikayesini şekillendiriyor. İster istemez de bu durum bir kabullenme, arınma hikayesine dönüşürken, geçmişle hesaplaşmanın farklı bakış açısını görüyoruz. İdeallerimiz, beklentilerimiz bizi ne kadar mutlu eder sorusunu sorması ise filmin artısı gibi gözüküyor.
Human Factors: Haneke’yi andıran yönetmenlik anlayışı ve hikayesiyle bir yere kadar heyecan yaratarak seyirciyi diken üstünde oturtuyor. Ancak film ilerledikçe beklenen patlamayı maalesef yapamıyor. Farklı bakış açılarını kullanarak hikayeye bir genişlik katamıyor. Detayların her aşamada değerlenmesini beklerken, detayların detay olarak kalması kendimize şu soruyu sormamıza neden oluyor: Gerçekten umursuyor muyuz? Başımıza gelen en dehşet verici olay bile insanın kendi düşüncelerinin içinde boğulmasını engellemiyor. Filmin en orijinal sahnesi ise fare Zorro’nun gözünden anlatılan kısım olmuş. İnsanların bakış açılarındaki yanıltıcı sahte gerçeklik, farenin bakış açısından pür gerçekliğe dönüşüyor. Gerçekleri daha iyi ifade edebilmemize yarıyor. Yönetmenin atmosfer yaratmadaki becerisi ve yönetmenlik tarzı geleceğe dair ümitlenmemizi sağlıyor. Belki de hikayesini katmanlara ayırmayı biraz daha düşünmeli.

Natural Light: Gerek hikaye olarak, gerekse biçimsel açıdan tahammülü zor bir film ortaya çıkmış. Sabırsız seyirciye hitap etmeyen yavaş temposu ve karanlığı gerilime dönüştüren ışık kullanımıyla olgun bir sinema var. Ancak filmin hantallığı filmin çok yorucu bir deneyim olmasını sağlıyor. Militarist bakış açısıyla ilerleyen gaddar kararların sonuçlarını izlerken, sivil halkın çaresizliği ve elverişsiz şartların içinde yokoluşunu izlerken yüreğimiz burkuluyor. Film soğukkanlığını kaybetmeyerek olayları tüm çarpıcılığıyla verirken, tarafsız kalmaya çalışması belki de filmin en rahatsız edici noktası haline geliyor. Çünkü insanların pişmanlıkları bile, bu kibrin altında nefes alamıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.