41. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 1

İstanbul Film Festivali 41. Yılında harika bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.

Incredible But True: Dupieux’un kendine has mizahı işlemeye devam ediyor. Her cinsiyetin farklı takıntıları üzerine iyi tespitlerle seyirciyi bir yandan güldürürken, bir yandan da düşündürmeyi başarıyor. İnsanlığın tükenmez zamanı bükme isteğine dair yerinde bir toplum eleştirisi sunuyor.

Alcarras: Berlin’den Altın Ayı ödülüyle dönen Alcarras, yönetmeni Carla Simon’un yalın dilini korurken, çiftçinin evrensel sorunlarını bir kez daha masaya oturtuyor. Bir yaz daha büyüme heyecanı, geçim sıkıntısı ve yaşama dair ayrıntılar karşımıza çıkıyor. Gösterişten uzak gerçekçi bir sinema dili tutturuyor. 93 Yazı’nın bir benzeri karşımıza çıkıyor.

Intragelde: Rumen sinemasının iğneliyici mizah anlayışı bir kez daha vuku buluyor ve karşımıza gerçekliğin ürkütücü doğası çarpıyor. Amatör olarak düşündüğüm köylü karakteri muhteşem performans veriyor. Belki de karakter değil! Devletin ötekileştirilen azınlığa tutumu yürek burkuyor! Karakterlerin içinde bulunduğu sıkışmışlık hissi, imkansızlıkların gerçekliğine çarpıyor. Modern insanın iki yüzlü tavrını ve yokluktaki insanlara karşı tutumu gün yüzüne çıkıyor.

Rabiye Kurnaz vs. George W. Bush: Söylenebilecek ilk şey Meltem Kaptan’ın oyunculuk şovu olmalı. Tüm filmi tek başına domine ederek kendini izlettiren bir film ortaya çıkmış. Kafkaesk bir çıkmaz bürokrasi girdabındaki bir dramdan komedi filmi ortaya çıkarmak büyük başarı diye düşünüyorum. Rabia karakteri evhanımlarının şefkatli tutumu ile Recep İvedik ruhunun birleşimi gibi. Film estetik açıdan bol defoya sahip olsa da, adalet arayışının çetrefilli yolları içerik açısından değerli şekilde öne çıkıyor. Ana karakterini filmden çıkarttığımızda belli ki hayalkırıklığı olabilirdi.

Samuel’s Travels: Mistik konusunu metaforik öğelerle destekleyerek çıkışsız bir kabus sunuyor. Ancak filmin bir yerden sonra tekrara düşme hissi ve güçsüz finali filmin beklentiyi tam net karşılamamasına neden oluyor. Yine de ilginç bir deneme diyebiliriz. Kayıp kişiler ve geçmişle yüzleşme açısından tuhaf fakat yaratıcı bir yol izliyor. Finalinin metaforik hissi filmin geneline maalesef yayılmıyor.

Leonora Addio: Kendine has üslubuyla düşündüren Leonora Addio, kopuk kopuk duran parçalarına rağmen bütünü düşündüğünüzde merkezine aldığı yazarın ait olamama hikayesini son derece başarılı anlatıyor. Taviani yine ustalığını konuşturarak fazla söze yer bırakmıyor. Güzel kareler yakalaması dışında hikaye anlatımında seyirciyi rahatça ikiye bölecektir.

After Blue: Mandico’nun After Blue’su VHS kasetler için yapılan ucuz ve uçuk fantastik filmlere benziyor. Tüm tuhaf fantezilerini filmde kullanırken yer yer komik duruma düşse de eşsiz bir deneyim olduğunu reddedemeyiz. Provakatif tavrı, stilize görsel yapısı ile farklılık arayanların seçimi olacaktır. Ütopik dünyası ise kimilerine göre fazla abartılı ve sığ kaçabilir. Lbgti bireylerin başkaldırısını görmek açısından kurduğu dünya deneyimlenmeyi hak ediyor.

Beautiful Beings: Heartstone ile kendine hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Gudmundsson, Beautiful Beings’te sert bir büyüme hikayesi anlatıyor. Mistik öğeler ekleyerek hikayesine farklı bir katman ekliyor. Arkadaşlık, aile şiddeti, zorbalık üzerine İzlanda’nın kayıp gençlerinin anotomisi gibi temalardan yararlanıyor. Yönetmenin akıllara kazınan sarsıcı anlar yakalamasındaki becerisini takdir etmek lazım. Karakterlerinin ruhunu filme çok iyi dahil ederken; terk edilmişlik, kokuşmuşluk hissini seyirciye tam anlamıyla yansıtıyor. Rüya sahneleriyle geçiş kısımlarını birbirine iyi bağlıyor. Harika hikaye anlatımı ve yer yer sert kaçan sahneleri dünyanın hala kötü bir yer olduğunu belgeler nitelikte diyebiliriz.

Sonne: Avrupa’daki gençlerin durumu ve İslam’a bakışını güncel bir şekilde aktaran Sonne; telefon bağımlılığı, şöhret tutkusu ve sosyal medyanın insan hayatını ne kadar da işgal ettiğini açıkça gözler önüne seriyor. Gençlik enerjisiyle samimi performanslara dayalı anlatımı en büyük gücü olarak akılda kalıyor. Özellikle babanın destekleyici tavrı ise İslam dünyası açısından umut verici bir tasvir diyebiliriz.

Peter von Kant: Ozon’un son filmi Peter von Kant melodram klişelerine takılı kalmış bir kendine acıma öyküsü olarak karşımıza çıkıyor. Fassbinder’in hayatından kesitlere göndermeleri ise filmin en güçlü yanı diyebiliriz. Sinemadan çok tiyatro sahnesine yakışırmış. Harika sanat yönetimi çalışması dışında yorucu bir deneyime dönüşen formsuz bir Ozon ürünü. Genel hatlarıyla ciddiye alınacak gibi değil.

Gerda: Gerda’nın hayata tutunma çabaları, yolunu kaybetmiş aile fertleri ve hayatın rutinin içinde neon rüyalar sunulması filmin güçlü iç dünyasını yansıtıyor. Kendine has çok güçlü bir karakter ortaya çıkmış. Bilhassa otel sahnesi ve pole dance sahneleri büyüleyici görsellikte çekilmiş. Rusya’nın ruh halini çok iyi yansıtan bir film ortaya çıkmış. Dünyada hangimiz mutlu ki, tek başına bir kadın mutlu olabilsin diyor. Özellikle finalindeki sarsıntılı kamera kullanımı, karakterin gelgitlerinin özeti gibi.

America Latina: Sivri uçlarla dolu senaryosu ve kurduğu gerilim atmosferiyle takdiri hak eden bir film diyebiliriz. Özellikle kullandığı yansımalar ve senaryosunda yolu bulmak isteyen Hansel ve Gratel misali bıraktığı ekmek kırıntıları filmin başarılı yanları olarak özetlenebilir. Lakin daha iyi final beklentimizi boşa çıkartıp 3. Sayfa haberlerine selam çakan sonu filmin kurduğu harika gerilim atmosferini baltalıyor. Senaryonun elden geçirlmesi gerekiyormuş.

The Story of My Wife: Epik bir hayalkırıklığı hikayesi… Bir romanı andıran anlatısı, su gibi akan 160 dakika ile birleşerek bize erkeğin aptallıklar kılavuzunu ifşa ediyor. Titiz yönetmenliği ve kadraj çalışmalarıyla gönlümü kazandı. Enyedi bence yine başarmış. Ancak filmin erkek bakış açısını doğrudan sunması filmin yanlış anlaşılmalara müsait kılıyor. İyi çekilmiş dönem filmlerini sevenler için birebir bir merhem gibi.


Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın